Mustafa Müftüoğlu
8 Şubat 1919 Cumartesi günü, Fransız generali Franchet d'Espérey, bir fâtih (!!!) edâsıyla İstanbul'a girmiş ve o gün, bu münâsebetle tertiplenen parlak (!) zafer (!) alayı, Süleyman Nazif Bey'in «Kara Bir Gün» adlı meşhûr makalesiyle tarihimize geçmiştir.
"Üç beyinsiz kafa"nın çılgınlığıyla girdiğimiz Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütârekesi / Teslimnâmesini müteâkip düşman filolarının İstanbul'a gelişiyle yurdumuzun işgâline başlanmış ve işte Fransız generali, böyle bir devrede İstanbul'a girmiştir.
Franchet d'Espérey adındaki bu Fransız generali, Rumeli'deki düşman kuvvetlerinin başkumandanıdır. İstanbul'a, şehri sanki savaşla fetheylemiş bir fâtih (!!!) gibi giren bu kumandan (!), o gün beyaz bir ata binmiş, bu atın dizginlerini iki askere tutturan muzaffer (!) başkumandan(!), Rum, Ermeni ve Yahudilerin sevinç gösterileri arasında İstanbul caddelerinden geçip Fransız sefârethânesine gitmiştir...
Merhum Süleyman Nazif bey, Fransız generalinin o günkü maskaralığını görenlerden ve o acı günün ıstırabını duyanlardandır. «Kara Bir Gün», o günün ıstırabı ile yazılmıştır. O günlerde işgâl kuvvetlerini çileden çıkartan «Kara Bir Gün»ün neden, niçin yazıldığını ve bu makalenin o devirde nasıl bir hâdise olduğunu Kemaleddin Şükrü Bey'in «Mütâreke Acıları»ndan okuyalım. Diyor ki bu zât;
Emanet binası karşısında general Şarpi'nin muzikası Fransız marşını çalarken, meydanın karşısında ve türbe kapısının önünde uzun boylu, geniş omuzlu, sakallı ve gözlüklü bir adam durmuş, "La Marseillaise" marşını dinliyordu. Askerî bandonun çaldığı hava, bu adamın çok mu hoşuna gitmişti? Hayır!.. Eğer bu gözlüklü ve sakallı adamın yanına yaklaşırsak, onun burada kendi zevk ve arzusu ile durmadığını görür, anlarız... O, burada keyfi için değil; hissettiği teessürün şiddetinden âdea ayakları tutularak bulunduğu yerde mıhlanıp kalmıştı. İnsana derhal hürmet hissi veren asîl simâsı, gittikçe artan takallüs(Kasılma. Akhenaton notu)lerle sarsılıyordu. Yumruklarını sıkıyor, ateş saçan gözlerinde derin bir hiddet ve kinin korkunç izleri parlıyordu. Bu adam, kimdi? Tek başına bütün bir şehrin ıstırâbını kendi şahsına cem etmiş ir intikam heykeli gibi duran bu ak sakallı ihtiyar, neyin nesi idi?
Fransız muzikası, "La Marseillaise"yi bitirmişti. Meydanın etrafını saran Kumkapı, Samatya, Gedikpaşa muhitlerinin Rum ve Ermeni halkı, Türk toprağında cümbüş yapan düşmanı, kucaklarındaki çocuklarıyla seyre koşan bu yardakçı sürüsü, birdenbire alkış kopardı. Şehremâneti meydanı, "Yaşasın Fransa!" nidaları, nârâları ile çalkalandı. Bu vaziyet, türbe duvarının dibinde duran zâtın üzerinde daha büyük ve müthiş bir tesir bıraktı. Artık yerinde duramadı ve hiddetten bembeyaz kesilmiş dudakları arasından âdeta gök gürler gibi bir sesle kendi kendine bağırdı:
«Kahpe sürüsü... Bugün âciz bir vaziyette bulduğunuz Türk milletine, elini kolunu bağladıktan sonra istediğinizi yapıyorsunuz... Fakat yarından korkun!.. Türk'ün yarınki intikamından korkun!..»
Sakallı ve gözlüklü bu adamın bu hitabı, kimin içindi? Toplanmış olan Ermeni ve Rumlara mı? Yoksa Fransızlara mı böyle hücûm ediyordu? Onun böyle yüksek bir sesle söylediğini işiten bir Rum palikaryası (Serseri, kabadayı. Akhenaton notu), doğruca Emânet binâsındaki Fransız heyetine haber vermeye koşarken; sakallı zât da yumruklarını sıkarak yürüdü. Bâbıâli'ye gidecek yola saptı. Bir binâdan içeri girdi. Birçok insanın toplu bir halde bulunduğu odaya daldı. Bu odada boş bir masa vardı. Onun geldiğini gören arkadaşları, kendisini hürmetle karşılarken; o, çatık bir çehre ile masanın başına geçti. Eline kalemini aldı ve önündeki kağıt üzerine şu serlevhâyı (Yazı başlığı. Akhenaton notu) koydu: KARA GÜN... Odadaki arkadaşları, "Üstâdın bugün hiddeti üzerinde..." diyerek onu yalnız bıraktılar. Bu adam, Fransızların nümâyişlerine ve yerli Hıristiyanların taşkınlıklarına şâhit olduğunu gördüğümüz bu zât, merhûm SÜLEYMAN NAZİF; girdiği binâ da "Hâdisât" gazetesi idârehânesiydi... Üstâd, İstanbul'da kıyametler koparacak olan meşhûr makalesini; "Kara Gün"ü yazıyordu...
O gece İtilâf sansürüne şiddetli emir verildi:
«Türk gazetelerine çok dikkat edin. Franşe d'Espré'nin ve İtilaf devletlerinin aleyhinde hiçbir satır, velev ki imâen (bile) olsun neşrolu(yayınla)nmayacaktır!»
Bu emri alan sansür memurları, o gece getirilen bütün gazete sütunları üzerinde daha dikkatli hareket ettiler.Rum ve Ermeni gazetecileri için bu takayyüdât(kayıt, tedbir. Akhenaton notu)a lüzûm yoktu. Çünkü hepsi de istediklerinden âlâ yazarlardı. Ker gazete provalarını gönderdiği halde; sansür memurları, "Hâdisât" gazetesi provalarını gece geç vakte kadar beklediler. Gelmeyince haber gönderdiler;
«Hani ya provalar?»
Süleyman Nazif, geceyi matbaada geçirmiş, "Kara Gün" serlevhâlı (başlıklı) makalesini mürettibhâneye vermişti. Mürettibler, hayret ettiler... Çünkü üstâdın yazısı, bütün şiddet(iy)le İtilaf devletlerine ve bilhassa Fransa'ya hücum ediyor ve bu ateşin kalemi ile general Franşe d'Espré'yi adamakıllı hırpalıyordu. Sansür, buna hiç müsaade eder miydi? Mürettibler, ehemmiyeti olmayan birçok dizilmiş yazıları (bile) sansür memurlarının çıkardığını bildikleri için, Nazif'in bu mühim makalesinin de aynı âkıbete uğrayacağına emin olduklarından bir müddet dizip dizmemekte tereddüt ettiler. Fakat üstâd;
«Dizilsin! Tashihini de ben yapacağım!»
diyerek kat'i emir vermişti. Yazı, dizildi ve bu sırada sansür dairesinden gönderilen Rum kopülleri, matbaaya gelerek provaları istediler. Havadisten İlânât(ilanlar)a kadar bütün sürun provaları verildi. Yalnızca başmakale kaldı. Üstâd;
«Asîl Türk rûhunun galeyân-ı hissiyâtını taşıyan yazılarımı Rum oğlanlarının eline vermem!»
demişti.
Süleyman Nazif Bey'in "Kara Bir Gün" başlıklı yazısı, böylece 9 Şubat 1919 Pazar günkü "Hâdisât" gazetesinde yayınlanır.[1] Makale, şöyledir;
Fransız generalinin dün şehrimize vürudu münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız tarafından icra olunan nümayiş, Türk'ün ve İslam'ın kalbinde ve tarihinde müebbeden kanayacak bir ceriha açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız şevk ve ikbale münkalib olsa yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlad ve ahfâdımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras terk edeceğiz.
Almanya orduları 1871 senesinde Paris'e dahil olarak, -Büyük Napolyon'un neşide-i mütehaccire-i muzafferiyâtı olan- tâk-ı zafer altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz ye’s ve azabı duymamıştı. Çünkü (Fransız) nâmını taşıyan her ferd, çünkü yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o matem-i milli karşısında aynı telehhüf ve hicab ile ağlamış ve kızarmışlardı.
Biz ise mevcudiyet-i milliyye ve lisâniyelerini bizim âlîcenabımıza medyûn olan bir kısım halkın hay-huy şemâtetiyle bu mâtem-i muazzezimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. (Buna müstehak değildik) diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düçâr olmazdık.. Her milletin sahâif-i hayatında birçok ikbal ve idbâr sahîfeleri vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva'yı (Şarlken)'in mahbesinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini kerrât ile sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında böyle bir satr-ı elîm de mestûr imiş. Her hal muhavveldir. Araplar’ın güzel bir sözü var:
"Isbır feinne’d-dehre lâyesbır" (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler.[2]
Bu yazıyı okuyan o bir fâtih (!!!) edâsıyla İstanbul'a girip Rum, Ermeni ve Yahudi alkışları ile şımaran Franşe d'Espré adlı Fransız generali, hemen general Şarpi'nin yanına koşar... Şarpi, İngiliz ve İtalyan fevkâlâde (olağanüstühâl. Akhenaton notu) komiserleriyle temas kurar ve bunların cümlesi, müşterek bir nota ile Bâbıâli'yi protesto ederler ve Süleyman Nazif bey'in kendilerine teslim edilmesini isterler. Dostları, Süleyman Nazif'e kaçmasını tavsiye ederlerse de; Koca Nazif, bu teklifi reddeder ve der ki;
«Hayır!.. Ben, kaçmayacağım. Hattâ saklanmak cenâbetliğini bile göstermeyeceğim!...»
İşgâl kuvvetlerinin Bâbıâli üzerindeki tazyîkinin arttığı ve her tarafta harıl harıl Süleyman Nazif Bey'in arandığı o günlerde; dostları, ona;
«Sen, bu vatana lâzımsın. Bugün, İtilaf zâpıtası (polisleri) seni yakalarsa; biz, hiçbirimiz bir şey yapamayız ve sana da yazık olur.»
derler. Süleyman Nazif, bu ikâza hak verir ve;
«Hakkınız var. Namerd düşman tarafından tevkîf edilmek, rûhumu muazzeb eder (çilelendirir. Akhenaton notu). Beni yakalayarak hiç değilse Türk polisi olsun. Şimdi derhal ve bizzat gidip Polis Müdüriyeti'ne teslim olacağım!»
der ve paltosunu giyip bastonunu eline alarak dostlarına vedâ eder:
«Allahaısmarladık arkadaşlar... Türklüğü müdâfaa (savunma) cürmü (suçu) ile Türk hükümetine teslim olmaya gidiyorum. Kalbim, vicdânım, vazifesini yapmış insanların inşirâhı (rahatlaması) ile dolu. merak etmeyin; yine görüşürüz...»
O yıllarda Polis Müdürü, Mehmed Ali Bey adında vatanperver (vatansever) bir zâttır. Bu zâtın, Süleyman Nazif bey'in Türk polisine tesliminde takındığı tavrı, yine "Mütâreke Acıları" adlı makaleden tâkip edelim:
Mehmed Ali Bey, Bâbıâli'den gelen ve Nazif'in tevkîfi hakkında yazılmış olan tezkere elinde, uzun uzun düşündü. Üstâdı bizzat tanıyordu. Onunla iyi bir arkadaşlığı vardı. Bu arkadaşlık berteraf (bir yana. Akhenaton notu), bir Türk vatanperverini (vatanseverini) nasıl düşmana teslîm ederdi? Derhal şube müdürlerini topladı ve meseleyi onlara anlatı:
«Hiçbir Türk polisi, ne taraftan ihbâr olunursa olunsun, Süleyman Nazif bey'i asla tevkîfe teşebbüs etmeyecektir! Ne kadar kâbilse (mümkünse), o kadar idâre-i maslahat edeceksiniz (işi kötü yürütüp oyalayacaksınız. Akhenaton notu.)!»
emrini verdi. Şûbe müdürleri daha içerdeyken Polis Müdürü'nün kapısı vuruldu ve içeriye giren zât;
«Beni aramak zahmetinde bulunmayın. Bizzat kendim teslim olmaya geldim.»
dedi. Bu adam, üstâd Nazif'ti. Polis Müdürü ve yanındaki şûbe âmirleri, şaşırıp kalmışlardı. İtilaf devletlerinin şiddetli notalarla tevkif (tutuklama) ve kendilerine teslimini istedikleri Süleyman Nazif, kendi kendini teslime gelmişti!.. Mehmed Ali Bey, masası(nın) başından fırladı ve üstâdın ellerine sarıldı:
«Bu ne cüret, ne cesaret!.. Bütün İstanbul'un alt-üst edilerek sizi aradıklarını bilmiyor musunuz?»
«Biliyorum azîzim.. Aynı zamanda size de tevkîfim hakkında emir geldiğinden haberdârım. Türk polisine kendimi aratmak sûretiyle zahmet vermemek için bizzat teslim olmaya geldim. İster düşman kuvvetlerine teslime diniz, ister devlet hapishanesine gönderiniz!»
«Fakat üstad, hangi cürmünüz, için sizi tevkîf edeceğim?»
«Vatanımı sevmek cürmü...»
«Eğer bu, cürüm ise; ben, sizden daha fazla mücrîmim (suçluyum)!.. Çünkü ben, hem vatanımı hem de onu kahramanlıkla müdâfaa eden sizi seviyorum. Siz, kaleminizle düşman çizmesi altında ezilen memleketi müdâfaa ettiniz. Çekinmediniz, korkmadınız!.. Ben de bu memleketin bir evlâdıyım. Sizde olan rûh, bende de var. Ben de çekinmeyeceğim ve sizi her ne pahasına olursa olsun kimseye etmeyeceğim!»
Üstâd, kendisini müdâfaa ettiği için değil; fakat; her tehlikeye rağmen vatan hislerinin kuvvetini muhafaza eylediği için arkadaşı olan Polis Müdürüne hem memnun hem müteessir biz nazar atfetti. Bu esnâda Polis Müdüriyeti telefonu çaldı. Fransızlar, câsûsları vasıtasıyle Nazif'in teslim olduğunu haber almışlar ve derhal kendilerine teslimi için Bâbıâli'ye haber göndermişlerdi. Bâbıâli de vaziyeti Polis Müdürü'nden anlamak istiyordu. Mehmed Ali Bey, telefon başında hükûmetin sorduğu suale şu cevabı verdi:
«Evet, üstâd burada... Benim odamdadır!...»
«...............»
«Fransızlara teslim etmek mi? Türk hükûmetinin hiç bir âmiri, böyle bir emir veremez ve farzımuhal verecek olan bulunsa bile, o emri tatbik edecek bir Türk polisi, benim mâhiyetimde yoktur!»
«...............»
«Ne mi olacak? Vazifemizi sonuna kadar yapacağız!.. Kânûnun tatbik edilemeyeceği yerlerde ve vaziyetlerde vicdân ve vatan kânunu meri(geçerli)dir!...»
«...............»
«Cebren mi alacağız diyorlar? Siz, idâre edemezseniz bana gönderiniz!...»
«...............»
«Yapacağım şey, bana aittir!...»
Telefon, kapanmıştı... Odadakiler, endişeli bir sükût (sessizlik) içindeydiler. Mehmed Ali Bey, gâyet metîn ve soğukkanlı bir hâlde anlattı:
«Bâbıâli'den telefon ettiler: Fransızlar, üstâdın derhâl teslîmini; aksi takdirde cebren alacaklarını söylemişler... Hükûmet, teslim emek taraftarı değil; fakat şaşırmış kalmış... Benden ne yapacağımı soruyorlar... Ben de; "Herifleri bana gönder..." dedim.»
Şûbe müdürlerinden biri sordu:
«Ne yapacaksınız?»
Mehmed Ali Bey, yumruklarını sıktı ve;
«Vazifemi!»
dedi ve devam etti:
«Benim elimde üstâd gibi yıldırımdan bir kalem yok. Fakat göğsümün altında üstâdın kalbi gibi aynı kuvvetle çarpan bir volkan var!.. Nazif'in kalemine çarpan, nasıl yıkılırsa; benim volkanıma yaklaşan da öyle yanar!...»
Polis Müdürü Mehmed Ali Bey, dediğini yapar ve Süleyman Nazif'i teslim etmez. O sırada ortaya Türk dostu bir Fransız çıkar ve onun tavassutu ile Süleyman Nazif Bey, o sahte fâtih (!!!) ile görüşür. Der ki o Koca Nazif, o Fransız generaline;
«Siz, Fransa'yı kendi şahsî gâyelerine âlet etmek isteyen bir sürü Rum ve Ermeni yardakçılarının alkışlarına kapıldınız. Mazlûmu ezmek için kendisine mâsûm tavrı veren zâlime el uzattınız. Geldiniz, gelişinizi gördük; tafsilâta hâcet yok... İşte bu vaziyetin tesîr ve teessürüdür ki, bana o makaleyi yazdırdı. Ben, bu yazımdan dolayı sizden af istemiyorum. Çünkü vazifemi yaptım! Fakat siz, bir Fransız generali sıfatı ile vazifenizi yapmadınız!... Fransa'nın ve târihin sizi affetmesini arzu ederim.»
Fransız generali, bu ağır sözlere cevap veremez. Süleyman Nazif bey'i de tevkîfe cesaret edemez. Fakat "Hâdisât" gazetesi, kapanır!
«Kara Bir Gün" muharriri Süleyman Nazif Bey'i rahmetle anıyoruz... Nûr içinde yatsın...
8 Şubat 1919 Cumartesi günü, Fransız generali Franchet d'Espérey, bir fâtih (!!!) edâsıyla İstanbul'a girmiş ve o gün, bu münâsebetle tertiplenen parlak (!) zafer (!) alayı, Süleyman Nazif Bey'in «Kara Bir Gün» adlı meşhûr makalesiyle tarihimize geçmiştir.
"Üç beyinsiz kafa"nın çılgınlığıyla girdiğimiz Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütârekesi / Teslimnâmesini müteâkip düşman filolarının İstanbul'a gelişiyle yurdumuzun işgâline başlanmış ve işte Fransız generali, böyle bir devrede İstanbul'a girmiştir.
Franchet d'Espérey adındaki bu Fransız generali, Rumeli'deki düşman kuvvetlerinin başkumandanıdır. İstanbul'a, şehri sanki savaşla fetheylemiş bir fâtih (!!!) gibi giren bu kumandan (!), o gün beyaz bir ata binmiş, bu atın dizginlerini iki askere tutturan muzaffer (!) başkumandan(!), Rum, Ermeni ve Yahudilerin sevinç gösterileri arasında İstanbul caddelerinden geçip Fransız sefârethânesine gitmiştir...
Merhum Süleyman Nazif bey, Fransız generalinin o günkü maskaralığını görenlerden ve o acı günün ıstırabını duyanlardandır. «Kara Bir Gün», o günün ıstırabı ile yazılmıştır. O günlerde işgâl kuvvetlerini çileden çıkartan «Kara Bir Gün»ün neden, niçin yazıldığını ve bu makalenin o devirde nasıl bir hâdise olduğunu Kemaleddin Şükrü Bey'in «Mütâreke Acıları»ndan okuyalım. Diyor ki bu zât;
Emanet binası karşısında general Şarpi'nin muzikası Fransız marşını çalarken, meydanın karşısında ve türbe kapısının önünde uzun boylu, geniş omuzlu, sakallı ve gözlüklü bir adam durmuş, "La Marseillaise" marşını dinliyordu. Askerî bandonun çaldığı hava, bu adamın çok mu hoşuna gitmişti? Hayır!.. Eğer bu gözlüklü ve sakallı adamın yanına yaklaşırsak, onun burada kendi zevk ve arzusu ile durmadığını görür, anlarız... O, burada keyfi için değil; hissettiği teessürün şiddetinden âdea ayakları tutularak bulunduğu yerde mıhlanıp kalmıştı. İnsana derhal hürmet hissi veren asîl simâsı, gittikçe artan takallüs(Kasılma. Akhenaton notu)lerle sarsılıyordu. Yumruklarını sıkıyor, ateş saçan gözlerinde derin bir hiddet ve kinin korkunç izleri parlıyordu. Bu adam, kimdi? Tek başına bütün bir şehrin ıstırâbını kendi şahsına cem etmiş ir intikam heykeli gibi duran bu ak sakallı ihtiyar, neyin nesi idi?
Fransız muzikası, "La Marseillaise"yi bitirmişti. Meydanın etrafını saran Kumkapı, Samatya, Gedikpaşa muhitlerinin Rum ve Ermeni halkı, Türk toprağında cümbüş yapan düşmanı, kucaklarındaki çocuklarıyla seyre koşan bu yardakçı sürüsü, birdenbire alkış kopardı. Şehremâneti meydanı, "Yaşasın Fransa!" nidaları, nârâları ile çalkalandı. Bu vaziyet, türbe duvarının dibinde duran zâtın üzerinde daha büyük ve müthiş bir tesir bıraktı. Artık yerinde duramadı ve hiddetten bembeyaz kesilmiş dudakları arasından âdeta gök gürler gibi bir sesle kendi kendine bağırdı:
«Kahpe sürüsü... Bugün âciz bir vaziyette bulduğunuz Türk milletine, elini kolunu bağladıktan sonra istediğinizi yapıyorsunuz... Fakat yarından korkun!.. Türk'ün yarınki intikamından korkun!..»
Sakallı ve gözlüklü bu adamın bu hitabı, kimin içindi? Toplanmış olan Ermeni ve Rumlara mı? Yoksa Fransızlara mı böyle hücûm ediyordu? Onun böyle yüksek bir sesle söylediğini işiten bir Rum palikaryası (Serseri, kabadayı. Akhenaton notu), doğruca Emânet binâsındaki Fransız heyetine haber vermeye koşarken; sakallı zât da yumruklarını sıkarak yürüdü. Bâbıâli'ye gidecek yola saptı. Bir binâdan içeri girdi. Birçok insanın toplu bir halde bulunduğu odaya daldı. Bu odada boş bir masa vardı. Onun geldiğini gören arkadaşları, kendisini hürmetle karşılarken; o, çatık bir çehre ile masanın başına geçti. Eline kalemini aldı ve önündeki kağıt üzerine şu serlevhâyı (Yazı başlığı. Akhenaton notu) koydu: KARA GÜN... Odadaki arkadaşları, "Üstâdın bugün hiddeti üzerinde..." diyerek onu yalnız bıraktılar. Bu adam, Fransızların nümâyişlerine ve yerli Hıristiyanların taşkınlıklarına şâhit olduğunu gördüğümüz bu zât, merhûm SÜLEYMAN NAZİF; girdiği binâ da "Hâdisât" gazetesi idârehânesiydi... Üstâd, İstanbul'da kıyametler koparacak olan meşhûr makalesini; "Kara Gün"ü yazıyordu...
O gece İtilâf sansürüne şiddetli emir verildi:
«Türk gazetelerine çok dikkat edin. Franşe d'Espré'nin ve İtilaf devletlerinin aleyhinde hiçbir satır, velev ki imâen (bile) olsun neşrolu(yayınla)nmayacaktır!»
Bu emri alan sansür memurları, o gece getirilen bütün gazete sütunları üzerinde daha dikkatli hareket ettiler.Rum ve Ermeni gazetecileri için bu takayyüdât(kayıt, tedbir. Akhenaton notu)a lüzûm yoktu. Çünkü hepsi de istediklerinden âlâ yazarlardı. Ker gazete provalarını gönderdiği halde; sansür memurları, "Hâdisât" gazetesi provalarını gece geç vakte kadar beklediler. Gelmeyince haber gönderdiler;
«Hani ya provalar?»
Süleyman Nazif, geceyi matbaada geçirmiş, "Kara Gün" serlevhâlı (başlıklı) makalesini mürettibhâneye vermişti. Mürettibler, hayret ettiler... Çünkü üstâdın yazısı, bütün şiddet(iy)le İtilaf devletlerine ve bilhassa Fransa'ya hücum ediyor ve bu ateşin kalemi ile general Franşe d'Espré'yi adamakıllı hırpalıyordu. Sansür, buna hiç müsaade eder miydi? Mürettibler, ehemmiyeti olmayan birçok dizilmiş yazıları (bile) sansür memurlarının çıkardığını bildikleri için, Nazif'in bu mühim makalesinin de aynı âkıbete uğrayacağına emin olduklarından bir müddet dizip dizmemekte tereddüt ettiler. Fakat üstâd;
«Dizilsin! Tashihini de ben yapacağım!»
diyerek kat'i emir vermişti. Yazı, dizildi ve bu sırada sansür dairesinden gönderilen Rum kopülleri, matbaaya gelerek provaları istediler. Havadisten İlânât(ilanlar)a kadar bütün sürun provaları verildi. Yalnızca başmakale kaldı. Üstâd;
«Asîl Türk rûhunun galeyân-ı hissiyâtını taşıyan yazılarımı Rum oğlanlarının eline vermem!»
demişti.
Süleyman Nazif Bey'in "Kara Bir Gün" başlıklı yazısı, böylece 9 Şubat 1919 Pazar günkü "Hâdisât" gazetesinde yayınlanır.[1] Makale, şöyledir;
Fransız generalinin dün şehrimize vürudu münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız tarafından icra olunan nümayiş, Türk'ün ve İslam'ın kalbinde ve tarihinde müebbeden kanayacak bir ceriha açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız şevk ve ikbale münkalib olsa yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlad ve ahfâdımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras terk edeceğiz.
Almanya orduları 1871 senesinde Paris'e dahil olarak, -Büyük Napolyon'un neşide-i mütehaccire-i muzafferiyâtı olan- tâk-ı zafer altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz ye’s ve azabı duymamıştı. Çünkü (Fransız) nâmını taşıyan her ferd, çünkü yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o matem-i milli karşısında aynı telehhüf ve hicab ile ağlamış ve kızarmışlardı.
Biz ise mevcudiyet-i milliyye ve lisâniyelerini bizim âlîcenabımıza medyûn olan bir kısım halkın hay-huy şemâtetiyle bu mâtem-i muazzezimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. (Buna müstehak değildik) diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düçâr olmazdık.. Her milletin sahâif-i hayatında birçok ikbal ve idbâr sahîfeleri vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva'yı (Şarlken)'in mahbesinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini kerrât ile sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında böyle bir satr-ı elîm de mestûr imiş. Her hal muhavveldir. Araplar’ın güzel bir sözü var:
"Isbır feinne’d-dehre lâyesbır" (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler.[2]
Bu yazıyı okuyan o bir fâtih (!!!) edâsıyla İstanbul'a girip Rum, Ermeni ve Yahudi alkışları ile şımaran Franşe d'Espré adlı Fransız generali, hemen general Şarpi'nin yanına koşar... Şarpi, İngiliz ve İtalyan fevkâlâde (olağanüstühâl. Akhenaton notu) komiserleriyle temas kurar ve bunların cümlesi, müşterek bir nota ile Bâbıâli'yi protesto ederler ve Süleyman Nazif bey'in kendilerine teslim edilmesini isterler. Dostları, Süleyman Nazif'e kaçmasını tavsiye ederlerse de; Koca Nazif, bu teklifi reddeder ve der ki;
«Hayır!.. Ben, kaçmayacağım. Hattâ saklanmak cenâbetliğini bile göstermeyeceğim!...»
İşgâl kuvvetlerinin Bâbıâli üzerindeki tazyîkinin arttığı ve her tarafta harıl harıl Süleyman Nazif Bey'in arandığı o günlerde; dostları, ona;
«Sen, bu vatana lâzımsın. Bugün, İtilaf zâpıtası (polisleri) seni yakalarsa; biz, hiçbirimiz bir şey yapamayız ve sana da yazık olur.»
derler. Süleyman Nazif, bu ikâza hak verir ve;
«Hakkınız var. Namerd düşman tarafından tevkîf edilmek, rûhumu muazzeb eder (çilelendirir. Akhenaton notu). Beni yakalayarak hiç değilse Türk polisi olsun. Şimdi derhal ve bizzat gidip Polis Müdüriyeti'ne teslim olacağım!»
der ve paltosunu giyip bastonunu eline alarak dostlarına vedâ eder:
«Allahaısmarladık arkadaşlar... Türklüğü müdâfaa (savunma) cürmü (suçu) ile Türk hükümetine teslim olmaya gidiyorum. Kalbim, vicdânım, vazifesini yapmış insanların inşirâhı (rahatlaması) ile dolu. merak etmeyin; yine görüşürüz...»
O yıllarda Polis Müdürü, Mehmed Ali Bey adında vatanperver (vatansever) bir zâttır. Bu zâtın, Süleyman Nazif bey'in Türk polisine tesliminde takındığı tavrı, yine "Mütâreke Acıları" adlı makaleden tâkip edelim:
Mehmed Ali Bey, Bâbıâli'den gelen ve Nazif'in tevkîfi hakkında yazılmış olan tezkere elinde, uzun uzun düşündü. Üstâdı bizzat tanıyordu. Onunla iyi bir arkadaşlığı vardı. Bu arkadaşlık berteraf (bir yana. Akhenaton notu), bir Türk vatanperverini (vatanseverini) nasıl düşmana teslîm ederdi? Derhal şube müdürlerini topladı ve meseleyi onlara anlatı:
«Hiçbir Türk polisi, ne taraftan ihbâr olunursa olunsun, Süleyman Nazif bey'i asla tevkîfe teşebbüs etmeyecektir! Ne kadar kâbilse (mümkünse), o kadar idâre-i maslahat edeceksiniz (işi kötü yürütüp oyalayacaksınız. Akhenaton notu.)!»
emrini verdi. Şûbe müdürleri daha içerdeyken Polis Müdürü'nün kapısı vuruldu ve içeriye giren zât;
«Beni aramak zahmetinde bulunmayın. Bizzat kendim teslim olmaya geldim.»
dedi. Bu adam, üstâd Nazif'ti. Polis Müdürü ve yanındaki şûbe âmirleri, şaşırıp kalmışlardı. İtilaf devletlerinin şiddetli notalarla tevkif (tutuklama) ve kendilerine teslimini istedikleri Süleyman Nazif, kendi kendini teslime gelmişti!.. Mehmed Ali Bey, masası(nın) başından fırladı ve üstâdın ellerine sarıldı:
«Bu ne cüret, ne cesaret!.. Bütün İstanbul'un alt-üst edilerek sizi aradıklarını bilmiyor musunuz?»
«Biliyorum azîzim.. Aynı zamanda size de tevkîfim hakkında emir geldiğinden haberdârım. Türk polisine kendimi aratmak sûretiyle zahmet vermemek için bizzat teslim olmaya geldim. İster düşman kuvvetlerine teslime diniz, ister devlet hapishanesine gönderiniz!»
«Fakat üstad, hangi cürmünüz, için sizi tevkîf edeceğim?»
«Vatanımı sevmek cürmü...»
«Eğer bu, cürüm ise; ben, sizden daha fazla mücrîmim (suçluyum)!.. Çünkü ben, hem vatanımı hem de onu kahramanlıkla müdâfaa eden sizi seviyorum. Siz, kaleminizle düşman çizmesi altında ezilen memleketi müdâfaa ettiniz. Çekinmediniz, korkmadınız!.. Ben de bu memleketin bir evlâdıyım. Sizde olan rûh, bende de var. Ben de çekinmeyeceğim ve sizi her ne pahasına olursa olsun kimseye etmeyeceğim!»
Üstâd, kendisini müdâfaa ettiği için değil; fakat; her tehlikeye rağmen vatan hislerinin kuvvetini muhafaza eylediği için arkadaşı olan Polis Müdürüne hem memnun hem müteessir biz nazar atfetti. Bu esnâda Polis Müdüriyeti telefonu çaldı. Fransızlar, câsûsları vasıtasıyle Nazif'in teslim olduğunu haber almışlar ve derhal kendilerine teslimi için Bâbıâli'ye haber göndermişlerdi. Bâbıâli de vaziyeti Polis Müdürü'nden anlamak istiyordu. Mehmed Ali Bey, telefon başında hükûmetin sorduğu suale şu cevabı verdi:
«Evet, üstâd burada... Benim odamdadır!...»
«...............»
«Fransızlara teslim etmek mi? Türk hükûmetinin hiç bir âmiri, böyle bir emir veremez ve farzımuhal verecek olan bulunsa bile, o emri tatbik edecek bir Türk polisi, benim mâhiyetimde yoktur!»
«...............»
«Ne mi olacak? Vazifemizi sonuna kadar yapacağız!.. Kânûnun tatbik edilemeyeceği yerlerde ve vaziyetlerde vicdân ve vatan kânunu meri(geçerli)dir!...»
«...............»
«Cebren mi alacağız diyorlar? Siz, idâre edemezseniz bana gönderiniz!...»
«...............»
«Yapacağım şey, bana aittir!...»
Telefon, kapanmıştı... Odadakiler, endişeli bir sükût (sessizlik) içindeydiler. Mehmed Ali Bey, gâyet metîn ve soğukkanlı bir hâlde anlattı:
«Bâbıâli'den telefon ettiler: Fransızlar, üstâdın derhâl teslîmini; aksi takdirde cebren alacaklarını söylemişler... Hükûmet, teslim emek taraftarı değil; fakat şaşırmış kalmış... Benden ne yapacağımı soruyorlar... Ben de; "Herifleri bana gönder..." dedim.»
Şûbe müdürlerinden biri sordu:
«Ne yapacaksınız?»
Mehmed Ali Bey, yumruklarını sıktı ve;
«Vazifemi!»
dedi ve devam etti:
«Benim elimde üstâd gibi yıldırımdan bir kalem yok. Fakat göğsümün altında üstâdın kalbi gibi aynı kuvvetle çarpan bir volkan var!.. Nazif'in kalemine çarpan, nasıl yıkılırsa; benim volkanıma yaklaşan da öyle yanar!...»
Polis Müdürü Mehmed Ali Bey, dediğini yapar ve Süleyman Nazif'i teslim etmez. O sırada ortaya Türk dostu bir Fransız çıkar ve onun tavassutu ile Süleyman Nazif Bey, o sahte fâtih (!!!) ile görüşür. Der ki o Koca Nazif, o Fransız generaline;
«Siz, Fransa'yı kendi şahsî gâyelerine âlet etmek isteyen bir sürü Rum ve Ermeni yardakçılarının alkışlarına kapıldınız. Mazlûmu ezmek için kendisine mâsûm tavrı veren zâlime el uzattınız. Geldiniz, gelişinizi gördük; tafsilâta hâcet yok... İşte bu vaziyetin tesîr ve teessürüdür ki, bana o makaleyi yazdırdı. Ben, bu yazımdan dolayı sizden af istemiyorum. Çünkü vazifemi yaptım! Fakat siz, bir Fransız generali sıfatı ile vazifenizi yapmadınız!... Fransa'nın ve târihin sizi affetmesini arzu ederim.»
Fransız generali, bu ağır sözlere cevap veremez. Süleyman Nazif bey'i de tevkîfe cesaret edemez. Fakat "Hâdisât" gazetesi, kapanır!
«Kara Bir Gün" muharriri Süleyman Nazif Bey'i rahmetle anıyoruz... Nûr içinde yatsın...
0Awesome Comments!