7. Tersane Konferansı
Diğer taraftan İngiltere, Şark Meselesinin İstanbul'da toplanacak bir konferansta ele alınmasını istedi. 23 Aralık 1876'da İstanbul'da toplanan Tersane Konferansından sonra batılı devletler, Osmanlı Devletinin bağımsızlığını tehlikeye sokacak ağır hükümler taşıyan teklifler sundular. Bu toplantıdan bir gün önce 23 Aralık 1876'da Osmanlı Devletinde Kanun-i Esasi ilan edilmiş ise de batılılar bunu nazar-ı dikkate almamışlardı.[2]
Tersane Konferansı kararlarını reddetmenin, devletini Rusya ile karşı karşıya bırakacağını bilen Sultan Abdülhamid Han, bu teklifleri kabul etmiş görünerek ortalığı yatıştırmak istiyordu. Ancak İngilizlerin kendilerini destekleyeceği vadine aldanan sadrazam Midhat Paşa, mecliste gayri müslimleri de kendi tarafına çekmek suretiyle Rusya aleyhine bir konuşma yaptı. Bu konuşmada Rusya hakkında bir hükümet başkanının ağzından çıkmaması gereken sözler söylediği gibi, diğer Avrupa devletlerine de çattı. Savaş aleyhinde oy kullanacak olanları; peşinen vatan sevgisizliği ve ihaneti ile itham etti. Neticede meclis, Tersane Konferansı kararlarını reddetti.[2][17]
8. Kanun-i Esasi ve 1. Meşrutiyet
Midhad Paşa'nın başkanlığındaki komisyonun hazırladığı Kanun-i Esasi'de, "Türkçe'nin yanı sıra azınlıkların konuştuğu dillerin de resmî dil sayılması, padişahın (daha doğrusu Sultan'ı kukla gören Midhat Paşa'nın) insanları muhakemesiz sürgüne göndermek hakkının bulunması (113. madde), Sultan'ın bütün salahiyetini yok etmek için, anayasanın büyük devletlerin kefaleti altına alınması" gibi maddeler bulunmaktaydı. Sultan Abdülhamid Han, Türkçe'den başka dillerin resmî dil olmasına, insanların muhakemesiz sürgüne gönderilmesine ve anayasanın büyük devletlerin kefaleti altına alınmasına karşı çıktı. Fakat muhakeme edilmeden sürgüne gönderilmemeyi Midhat Paşa'ya kabul ettiremedi. Çünkü Midhad Paşa, kendisine rakip kimseleri uzak yerlere sürgün ettirmek için bu maddeyi koydurmuştu. Sultan'ın emri ile, Kanûn-i Esasî'nin Avrupa devletlerinin kefaleti altında bulunduğuna dair madde çıkarıldı. Midhad Paşa'nın başlıca gayesi olan devlet bünyesindeki her milletin kendi dilini resmen kullanabileceği ile ilgili madde de tadil edilip, Türkçe'nin resmî dil olduğu yazıldı. Nihayet 23 Aralık 1876 günü, Midhad Paşa'nın eseri olan Birinci Meşrutiyet ilan edildi.[17]
Midhat Paşa, talebe ile işsiz güçsüz takımına para dağıtarak padişah penceresinin altına kadar savaş için nümayişler yaptırdı. Yeni Osmanlı basını da savaş kundakçılığında Midhat Paşa'dan aşağı kalmıyordu. Sükunet bozulmuş ve bir ihtilal havası esmeye başlamıştı. Bu havada diplomasi kaidelerinin işlemeyeceği, işlese bile aleyhte netice vereceği, tabii idi. Midhat Paşa'nın Damad Mahmud Celaleddîn ve Müşir Redif Paşa gibi iki taraftarı, Padişah'a ordusunun da savaş istediğini ve Rusya'nın yenileceğini, İngiltere'nin de Osmanlı yanında savaşa katılacağını söylediler. Abdülhamid Hani bu fikirlerin üçüne de katılmamakla beraber, tahta yeni geçtiğinden, savaşı önleyecek nüfuza sahip değildi. Bu gelişmeler üzerine Padişah da Tersane Konferansı tekliflerinin reddini tasdike mecbur kalınca, Avrupa devletleri büyükelçileri, yerlerine birer mazlahatgüzar bırakarak İstanbul'u terk ettiler. Bundan sonra İngiltere'nin teklifi ve Rus elçisi İgnatief'in çalışmaları ile Londra'da bir konferans toplandı ve 31 Mart 1877'de Rusların tekliflerini ihtiva eden protokolü Bab-ı Ali'ye bildirdiler. Osmanlı Devleti aleyhine çok ağır hükümler taşıyan bu protokol, Padişah'ın emriyle mecliste görüşülerek reddedildi ve bu durum, 12 Nisan 1877'de hükümet tarafından batı devletlerine bildirildi. Böylece siyasi yollardan meselenin halli, imkansız hale geldi.[17]
9. Midhat Paşa'nın Sürgün Edilmesi
Sultan Abdülhamid'in devlet işleriyle çok sıkı bir şekilde ilgilenmesini siyasi geleceği açısından tehlikeli gören Midhat Paşa, onu tahttan indirmenin yollarını aramaya başladı. Hatta Osmanlı Hanedanını dahi ortadan kaldırmayı planlayan Midhat Paşa, konağında topladığı Namık Kemal, Ziya ve Rüşdi paşalarla kendi taraftarı olan diğer devlet ileri gelenlerine “Al-i Osman yerine Al-i Midhat denilse ne olur?” demişti. Yine sadareti müddetince Müslüman halkın çoğunlukta bulunduğu vilayetlere azınlıktan valiler tayin etmek ve Osmanlı ordusunun temeli durumundaki Harbiye Mektebi'ne Rum talebe almak gibi Osmanlı Devleti'ni temelinden yıkabilecek faaliyetler içerisindeydi. Onun bu zararlı icraatları üzerine Sultan Abdülhamid Han, Kanun-i Esasi'nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak Midhat Paşa'yı sadrazamlıktan uzaklaştırdı ve yurt dışına sürdü.[2] Sadarete de Şura-yı devlet reisi İbrahim Edhem Paşa tayin edildi. Abdülhamid Han, Midhat Paşa'yı sürgüne gönderirken, Midhat Paşa'nın Kanun-i Esasi'ye koydurduğu 113. maddeye istinaden göndermiştir.
Sultan Abdülhamid Han, devletin savaşa girmesini hiç bir zaman doğru bulmamış, bunun bir felaket olduğunu söylemişti. Ancak Midhat Paşa, hareket ve sözleriyle halkı ve devlet erkanını savaş için iyice şartlandırmış ve Rusya ile savaşı kaçınılmaz bir hale getirmişti. Abdülhamid Han, Midhat Paşa'nın "Rusya ile savaşmamız lazım." raporuna karşı; "Rumeli'nin tamamıyla elimizden çıkmasına sebep olacaklar." diyerek muhtemel bir felaketi bir bakıma haber vermişti. Midhat Paşa'nın bu konuda en büyük yardımcıları, serasker Redif ve Damad Celaleddin Paşa'ydı. Cevdet Paşa, bunlar için; "Midhat Paşa, sanki tüfeği doldurdu. Damad Mahmûd Paşa, üst tetiğe çıkardı. Redif Paşa da ateş etti. Bu üç kişi, devletin başına bu felaketi getirdi." demektedir.[17]
10. 93 Harbi
Midhat Paşa sadrazamlıktan uzaklaştırılmış, ancak Tersane Konferansı kararlarını mecliste reddettirmekle Osmanlı Devletini Rusya ile karşı karşıya getirmişti. Nitekim 24 Nisan 1877 günü Rusya, Osmanlı Devletine resmen savaş ilan etti. Mali 1293 senesine rastladığı için “93 Harbi” denilen bu savaş, Edirne Mütarekesine kadar 9 ay sürdü.[2] meşrutiyetçilerin Müşir (mareşal) yaptıkları Süleyman Paşa, Şıpka geçidinde büyük gaflet yaparak en seçkin Türk birliklerinin harcanmasına sebep oldu. Bu hezimet, kahramanlık olarak gösterildi ve başkumandan yapıldı. Fakat Filibe'ye sonra da Edirne'ye kaçtı. Edirne'de de tutunamayıp mütareke istedi. Yeşilköy'e kadar gelen Rus orduları, doğuda Kars'a kadar girmiş ve ancak Erzurum yakınlarında durdurulabilmişti.[17]
Plevne'de Gazi Osman Paşa, doğuda Ahmed Muhtar Paşanın kısmi başarılarına rağmen savaş umumi bir bozgunla neticelendi. Ruslar Edirne'ye girdiler ve Yeşilköy'e kadar geldiler. Doğuda ise Kars düşmüş ve Rus kuvvetleri Erzurum'a yaklaşmıştı. Savaşlarda on binlerce Müslüman-Türk şehit olurken, bir o kadarı da İstanbul'a akın etti. Muhacirler bir plan içinde Anadolu'nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmeye çalışıldı. Bu sırada memleketin tek karar organı olan mecliste de tam bir anarşi hüküm sürmekte ve milletvekilleri hiçbir meselede bir araya gelememekte idiler.[2]
Savaşın böyle neticelenmesi üzerine duruma çok üzülen Sultan Abdülhamid, sarayda olağanüstü bir meclis toplayıp içinde bulundukları durumu tek tek izah etti. Onların fikirlerini sorduğunda mebuslardan kethüda Ahmed Efendi isimli birisi ayağa kalkarak;
«Bize fikirlerimizi çok geç soruyorsunuz. Felaketin önünü almak mümkün olduğu günlerde bize ciddi şekilde baş vurmalıydınız. Meclis-i Mebusan, bu mağlubiyetten dolayı hiçbir mesuliyeti kabul etmez!...»
diye başlayan konuşmasında, Padişaha hakaretlerde bulundu. Halbuki Meclis-i Mebusan üyeleri, Rusya ile savaş yapılması için çırpınan Midhat Paşa ile taraftarlarını desteklediklerini unutarak Doksanüç harbi mağlubiyetinden Padişah'ı mesul tutuyorlardı. Padişah ise başından beri bunu istememiş ve önlemeye çalışmıştı. Bu duruma çok üzülen Abdülhamid Han, birden ayağa kalkarak harbin ilanına ve cereyan tarzına ait hiç bir mesuliyetin şahsına ait olmadığını bildirdikten sonra;
«Artık Cennetmekan dedem Sultan Mahmud'un yolundan gitmek mecburiyetindeyim!»
diyerek salonu terk etti.[17] Sultan Abdülhamid Han, İngiltere'yi devreye sokarak savaşın sona erdirilmesini sağladı. Arkasından devletin başına böyle bir felaketin gelmesine sebep olan, savaşın bitmesi ile de bu durumda hiçbir mesuliyeti yokmuş gibi padişahı suçlamaya başlayan Meclis-i Mebusan'ı süresiz kapattı (13 Şubat 1878) [2] ve ülkenin idaresini eline aldı. Kanun-i Esasi'yi ilga etmedi. Sultan Abdülhamid Han'ın bu hareketini tarihçiler ve siyasiler, şöyle değerlendirmektedir:
İsmail Hami Danişmend: «İlk Meclis-i Mebusan, dağılmayıp da devam etseydi; Osmanlı Cihan Devleti, 20. yüzyılı idrak edemeyip daha 19. yüzyılın sonlarında inhilal edip (yıkılıp) giderdi.»
Alman devlet adamlarından meşhur prens Bismarc: «İyi ki parlamentoyu kapattınız. Çünkü bir devlet, millet-i vahideden (tek bir milletten) meydana gelmedikçe, onun parlamentosunun faydadan çok zararı olur.» [17]
11. Ayastefanos Antlaşması
Bu arada Rusya, ateşkesin sağlanmasından hemen sonra Osmanlı Devleti ile antlaşma imzalayarak galip gelmenin avantajını iyi kullanmak istiyordu. Nitekim 3 Mart 1878'de imzalanan Ayastefanos Muahedesi, Osmanlılar için çok ağır ve feci şartlar getiriyordu. 29 Maddelik antlaşmaya göre, batıda büyük bir Bulgaristan prensliği kurulacak, Makedonya, Batı Trakya, Kırklareli bir Rus kuklası olarak düşünülen bu otonom prensliğe verilecekti. Kars, Ardahan, Batum Rusya'ya verilip, Karadağ ve Sırbistan'ın istiklalleri kabul edilecekti. Ayrıca Osmanlı Devleti, Rusya'ya 245 milyon Osmanlı altını savaş tazminatı verecekti.[2]
Antlaşmaya göre Rumeli'nde kesin kayıplar, 237.298² kilometre toprak ve 8.184.000 nüfus idi. İmtiyaz verilmiş Bulgaristan, Doğu Rumeli, Artvin, Tunus gibi yerler, bu rakamların dışındaydı. Bunlar da ilave edilince devletin kaybı korkunçtu.[17]
Sultan Abdülhamid Han, devleti için çok tehlikeli olan bu antlaşmayı kabul etmedi. Diğer taraftan Hint yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere de, Paris Antlaşması'nı ihlal ettiği iddiasıyla Ayastefanos Antlaşması'nın milletlerarası bir konferansta gözden geçirilmesini istedi. Ayrıca İngiltere toplanacak olan bu konferansta Osmanlı Devletini desteklemek vadi ile bazı tavizler kopardı. Kıbrıs'ın idaresinin geçici olarak İngiltere'ye bırakıldığı antlaşma, 4 Haziran 1878'de imzalandı. Sultan Abdülhamid Han, hükümetin bir oldu bitti ile imzaladığı bu antlaşmayı kabul etmemek için çok direndi. İngilizler askeri tehditte bulundular. Bunun üzerine Padişah, Kıbrıs'ta hükümranlık haklarına asla zarar verilmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge almak suretiyle antlaşmayı onayladı. Buna rağmen İngiltere 13 Temmuz 1878'de imzalanan Berlin Muahedesinde Osmanlılara vaat ettiği desteği vermedi. Her ne kadar Berlin muahedesi ile daha önce kaybedilen bazı topraklar geri alındı ise de Osmanlılar ümit ettikleri sonuca ulaşamadılar. Çünkü Kıbrıs'ın İngiltere'ye bırakılmış olması diğer devletlerin de bu konudaki faaliyetlerini arttırdı. İngiltere'nin teşvikiyle Bosna-Hersek'in idaresi Avusturya'ya bırakıldı. 1881'de Fransa Tunus'a, ertesi yıl İngiltere Mısır'a bir oldu bitti ile el koydular. Bulgarlar da 1885'te Doğu Rumeli eyaletini işgal ettiler.
Sultan Abdülhamid Han'ın tahta çıktığı iki yıl içinde gelişen feci olaylarda padişahın sorumluluğu yok denecek kadar azdı. Çünkü bu sırada Osmanlı dış siyasetine yön veren devlet adamları yabancı diplomatların tesirinden çıkamıyorlardı. Devletin yüksek menfaatlerini bir kenara iterek yabancı devletlerin çıkarlarına alet olmuşlardı. Bu yanlış tutum dolayısıyla devletin dış itibarı sarsılmış, İstanbul ve Berlin kongrelerinde devlet adamları hakaret derecesine varan muameleye maruz kalmışlardı. Bu sebeple milletlerarası politikada devletin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü savunmayı birinci hedef gören Sultan Abdülhamid Han, hükümet üyelerinden bu hususta raporlar istedi. Ayrıca son yüz yıldır Osmanlı Devletinin başına gelen felaketlerin dış devletlerin piyonu olmuş Osmanlı devlet adamlarının basiretsiz tutumlarından kaynaklandığını anlayan ve Hüseyin Avni Paşa gibi İngilizlerden para bile alanları gören Padişah, devlet hizmetinde çalışanları kontrol etmek üzere kuvvetli bir istihbarat teşkilatı kurdu. Nitekim Sultan Abdülhamid de bu teşkilatı; “Vatandaşı değil, hazineden maaş aldıkları, Osmanlı nimetiyle gırtlaklarına kadar dolu olduklar halde devletine ihanet edenleri tanımak ve takip etmek için” kurduğunu belirtmektedir. Gerçekten de Sultan Abdülhamid'in bu tedbirleri almasındaki isabeti çok geçmeden görüldü.[2]
12. Çırağan Vakası
Meclisin kapatılmasından yaklaşık üç ay sonra 20 Mayıs 1878'de iktidar değişikliği teşebbüsü olmuştur.[5] Mithat Paşa ve avenesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli'de kaybedilen topraklardan pek çok Müslüman ahâli, muhâcir olarak İstanbul'a gelmiş bulunuyordu.[10][11] Mason 5. Murad'ın bağlı bulunduğu İstanbul'daki Prodos Locası'nın üstadı Kleanti Skalyeri, Abdülhamid'in tahta çıkarılmasına büyük tepki gösterdi. Tarihimize "Çırağan Vakası" olarak geçen olayda Skalyeri 5. Murad'ı kaçırarak tahta tekrar çıkarmaya çalıştı, ancak Abdülhamid olayı önceden haber alarak darbeyi önledi.[26]
İngiliz taraftarı olup devletin ancak İngiliz yardımı ile kurtulabileceğine inanan Ali Suavi, Galatasaray Lisesi Müdürlüğünden azledilmesini hazmedemeyerek ve [2] bu muhacirlerin mağdûriyetlerini istismâr ederek toplayabildiği bir kısım issiz-güçsüz takımıyla [10][11] Çırağan Sarayı'na bir baskın düzenledi. Ali Süavi'nin hedefi, Sultan Abdülhamid Hanı saltanattan düşürmek ve yerine Beşinci Murad'ı tekrar padişah yapmaktı.[2]
Sultan V. Murad, mason Mithat Paşa ve avenesi tarafından tâ şehzadeliğinden beri hususî bir sûrette yetiştirilmişti. O da, akil hocası Mithat Paşa gibi 33 dereceden bir masondu. Fakat hiç şüphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini bilmeden girmişti. Bununla beraber serîrler, kendisi pâdişâh olsa menfûr emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Ali Suâvî ise, Sultan Abdülhamîd Han tarafından Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk siyâsî düşünceleri sebebiyle azledilmiş bulunmanın igbirâri (gücenikliligi) ile hareket ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavaş yavaş Yahûdî siyâsî emellerinin hâkim olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyâsetinin kör bir âleti durumundaydı.[10][11]
Beşiktaş Zaptiye Amiri Hasan Paşa, kısa sürede isyanı bastırdı. Çıkan vuruşma sırasında Ali Suavi, öldürüldü (20 Mayıs 1878).[2] Bu olay, Türk yakın tarihinde önemli bir rol oynayacak olan "masonik darbe" kavramının da ilk önemli örneğiydi.[26] İlk iki senelik saltanatı boyunca camilerde halkla beraber namaz kılan, halkla haşir neşir olan Abdülhamid Han bu hadiseden sonra aşın tedbir alan bir idareci hüviyetine bürünmüştür.[5]
Ancak Skalyeri'nin Abdülhamid'in istihbaratçıları tarafından durdurulması, bu örgüt çevresinde örgütlenen gizli güçlerin bertaraf edilmesi anlamına gelmiyordu. Aksine, Batı kültürünün büyüsüne kapılan aydınlardan (Jön Türkler) gelen ve azınlıklardan destek bulan muhalefet, kısa bir süre sonra Abdülhamid'in önüne büyük bir engel olarak çıktı. Çünkü Abdülhamid dağılmakta olan İmparatorluğu ayakta tutmak için yegane çözümün pan-İslamizm olduğunu görmüştü ve İmparatorluk bünyesindeki tüm Müslümanları İslam kimliği ile bir arada tutmayı hedefliyordu. Bu ise, Osmanlı'nın zafiyetlerini İslam'ın kendisinde gören ve kurtuluşu Batı pozitivizmini ve sekülerizmini ithal etmekte bulan Jön Türkler açısından kabul edilemez bir durumdu. Bu muhalefet, Abdülhamid'i ve onun İslam birliği amacını baltalamak için onyıllar süren bir çaba içine girdi.[26]
Hadiseyi müteakip, Yıldız Sarayı'nda iki tahkik heyeti kuruldu. Yapılan tahkikat neticesinde hadisenin tek başına Ali Suavi'nin çılgınca bir macerasından ibaret olmadığı ve İngiltere'nin de parmağı olduğu anlaşıldı. Hatta devlet ricalinden bir çoğunun da bu harekete gizliden gizliye taraftar olduğunu gösterecek deliller bulundu.[17]
Beşiktaş muhâfızı yedi-sekiz Hasan Paşa'nın kafasına indirdiği bir sopa ile Ali Suâvî'nin can vermesi, bu ihtilâl teşebbüsünün akîm kalmasını sağlamıştır. Ancak Sultân Abdülhamîd, bu ve benzerî vakalar dolayısıyla mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi kavramış, devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine ilâveten Rum, ermeni ve Yahûdîlerin kaynattıkları fitne kazanı sebebiyle muârızlarının "istibdat" diye adlandıra geldikleri sıkı bir dâhilî siyâset tâkibine mecbûr kalmıştır.[10][11]
13. Yıldız İstihbarat Teşkilatı
Sultan Abdülhamid Han, Çırağan baskınından sonra dîn-i İslam'ın ve memleketin selameti için daha tedbirli olmak lüzumunu duydu. Bu sebeple iç ve dış düşmanların hareketlerini yakından takip etmek için bugün istihbarat teşkilatı adı verilen hafiye teşkilatını kurdu. Bu gizli emniyet teşkilatının başında bulunan kimseye, "Serhafiye-i hazret-i şehriyarî", yani "Padişah'ın baş ajanı" deniyordu. Modern devletlere örnek olacak şekilde kurduğu bu haber alma teşkilatı, memleketin her köşesinde devletin aleyhinde yazılanları günü gününde Padişah'a bildiriyordu. Bu iş için binlerce kişi vazifelendirildi. Sultan, hizmet eden bu kimselerin karakterlerini çok iyi bildiğinden, getirilen haberleri ona göre değerlendirirdi. Hepsini okur, pek azı üzerinde dururdu.Onları da güvendiği adamlara tekrar tetkik ettirir ve gerekendi yaptırırdı. Şahsî kin ve garaz için yapılan jurnalleri dikkate almazdı.[17]
Bu teşkilâtta kendisine karşı bombalı bir suikastı gerçekleştirmiş bulunan ermeni asilli Jorris'i dahi bir istihbârât elemanı olarak kullanması, sâyân-i dikkattir. Hattâ İngilizler'in Madrid büyükelçileri vefât ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında Sultân Abdülhamîd'le muhâbere hâlinde bulunduğuna dâir vesâikin ortaya çıkması, İngilizler'i bu istihbârâtın kuvvet ve şümulü hakkında dehşete sevk etmiştir. Kendisi tahttan indirildikten sonra azılı muhâlifleri tarafından Çırağan Sarayı'nın yakılmış bulunması da, O'nun bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum katları, lebalep Sultân Abdülhamîd'e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller, İttihat ve Terakkî'nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi. Sathî bir nazarla bakıldığında, bunların birbirleri aleyhine Sultân Abdülhamîd Han'a jurnallik ettikleri ortaya çıkmaktadır.
Bu jurnal keyfiyeti dolayısıyla de Sultân Abdülhamîd, muârızları tarafından haksiz ve çirkin bir sûrette itham edile gelmiştir. Güyâ ulu orta verilmiş saçma-sapan jurnallere istinâden birçok insani sürgüne gönderdiği pek çok yazılıp söylenmiştir. Bu husustaki gerçeğin lâyıkıyla kavranabilmesi ve merhûmun dirâyet, liyâkat ve hassasiyetinin anlaşılabilmesi için bir tek misâl zikredelim:
Birgün yüksek seviyede bir memûrun Çırağan Sarayı önünden geçerken güyâ:
«Âh Sultân Murâd Efendimiz!.. Sen başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!»
meâlinde bir söz söylemiş olduğu yolunda bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o memûrun Fizan'a sürgün edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdir olmuştu. Buna îtiraz eden Sadrazam Saîd Paşa:
«Efendimiz, bu ne hâldir, anlayamıyorum?!. Bu memûrun takriben 6 ay önce ihtilâs (rüşvet) cürmü sâbit olduğu halde onu affetmiştiniz.. Simdi ise, enti-püften bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!»
demesi üzerine, o koca Sultân Sadrazam'a su cevâbı vermiştir:
«Hayır Paşa Hazretleri, ben onu bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asil sebep, o zikrettiğiniz ihtilâs cürmüdür. Esâsen bu jurnali de kasten kendim verdirttim. Lâkin onu, 6 ay evvel böyle bir tertibe bas vurmadan cezâlandırsaydım, yalnız kendisini değil, çoluk-çocuk ve akrabâlarını da cezâlandırmış olurdum. Onlar da es ve dostlarına karşı mahcup olurlardı. Simdi ise, bu adamı güyâ benim istibdâdıma karşı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler. Böyle olmasını tercih ettim!..»
Bu öyle bir hâdisedir ki, O'nun devri için sürüp gelen hakli-haksiz tenkitlerin değerlendirilmesinde bize büyük bir ışık tutar.[10][11]
14. Yıldız Mahkemesi
Sultan Abdülaziz Han'ın şehit edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu menfûr hadiseyi unutmamıştı. Katillerin yakalanıp adalete teslim edilmesini istiyorlardı. Padişah'a yapılan müracaatlar, dosyaları dolduruyordu.[17] Sultan Abdülhamid Han, amcası Sultan Abdülaziz'i şehit ettiren Midhat Paşa ve arkadaşlarının yargılanması için 27 Haziran 1881'de Yıldız Mahkemesi'ni kurdurdu.[2] Surûrî Bey'in başkanlığında Yıldız'da kurulan mahkemeye davalılar çağrıldı.[17] Bu sırada suçluluğun verdiği bir duygu ile mahkemeye çıkmaktan korkan Midhat Paşa, İzmir'de Fransız Konsolosluğuna sığındı. Fransızlar, Midhat Paşa'yı teslim etmek istemedilerse de Padişah'ın sert direktifi karşısında duramayıp teslime mecbur kaldılar.[2] Mahkeme neticesinde Sultan Abdülaziz'in şehit edildiği tespit edilmiş; bazı sanıklar, suçlarını itiraf etmişlerdi. Mabeyinci Fahri, Yozgatlı Mustafa Pehlivan, Cezayirli Mustafa Pehlivan, Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan, Midhat Paşa, şeyhülislam Hasan Hayrullah Efendi, sadrazam Mütercim Rüşdî Paşa, Mahmûd Celaleddîn ve Nûrî paşalar, idama mahkum edildiler. Abdülhamid Han, merhametinden, ölümü hak eden bu insanların cezalarını hafifleterek sürgüne gönderdi.[17]
15. Dış Borçlar Sorunu
Öte yandan devletin toparlanabilmesi için zamana ihtiyaç olduğuna inanan Abdülhamid Han, bilhassa savaşlardan kaçınma yoluna gitti. O, savaşlardan zaferle sona erenlerin dahi milleti yorup bitirdiği görüşündeydi. Saltanatı müddetince daima idareli davrandı. Devletin pek çok ihtiyaçlarını hazineden para almak yerine kendi kesesinden karşıladı. Padişah öncelikle devleti ekonomik alanda düştüğü borç bataklığından kurtarmak istiyordu. Alacaklı devletlerin başında İngiltere ve Fransa geliyordu. Rusya da, Berlin Muahedesine göre tazminat alacaklısı durumundaydı. Padişah, 20 Aralık 1881'de yayınlanan Muharrem Kararnamesiyle borçların ödenebilmesi için yeni bir formül buldu. Bu kararnameye göre devletin tütün, damga pulu, tuz, ipek, balık ve sigara tekelleri ile bazı imtiyazlı eyaletlerin maktu vergileri bu iş için kurulan Duyun-i Umumiye teşkilatına bırakılıyordu. Bu suretle İngiltere ve Fransa başta olmak üzere alacaklılar verdikleri borçları muntazam bir şekilde tahsil edebileceklerdi. Bunun karşılığında 278 milyon borcun 161 milyonu, yani yarısından fazlası Türkiye lehine siliniyordu. Alacaklılar alacaklarını belirli şekilde tahsil edebilecekleri için memnundular. Meselenin bu şekilde halli ve Osmanlı Devletinin üzerinden ekonomik baskının kalkması, Sultan Abdülhamid'in büyük başarılarından biri oldu.[2]
16. Mısır Meselesi
Mısır hidivi İsmail Paşa, İngiltere ve Fransa'dan 100 milyon altından fazla borç alarak Mısır'ı kalkamayacağı bir yükün altına sokmuştu. Borçlarını ödeyemeyince de alacaklı devletler, İsmail Paşa'yı sıkıştırıp Mısır'da mali bir kontrolün kurulmasını sağladılar. Ayrıca Süveyş kanalı tahvillerinin önemli bir miktarını İngilizler satın alarak kanal sermayesinin yarısına sahip oldular. Hidiv, borçların faizlerini bile ödeyemez hale gelince, bir İngiliz'i maliye, bir Fransız'ı da nafia vekili yapmak mecburiyetinde kaldı. Bunlar, masrafları azaltmak bahanesiyle Mısır ordusunu 30.000'den 11.000 kişiye indirdiler.Arkasından 2500 subayı da emekliye ayırınca; subaylar, miralay Arabî Bey liderliğinde hidiv İsmail Paşa'ya isyan ettiler. Mısır, karışınca; Sultan Abdülhamid Han, İsmail Paşa'yı azlederek yerine oğlu Tevfik Paşa'yı getirdi. (25 Haziran 1879)
Arabî de mirlivalığa terfî ettirilerek paşa unvanı verildi. Arabî Paşa, Mısır'daki Avrupalı memurların işlerine son verip memleketlerine gönderdi. İngilizler, Hindistan yolu üzerinde bulunan Mısır'ı tek başlarına işgal etmeyi tasarlamışlardı. Zira Mısır, İngiliz hakimiyetine girdiği takdirde; Hindistan ve ipek yolu emniyetini sağlayacaklardı. Bu hadiseleri fırsat bilen İngilizler, Mısır'daki Avrupalıların haklarını koruma bahanesiyle amiral Sir Beauchamp Seymour yönetiminindeki İngiliz filosuyla Mısır'a asker çıkarmaya başladılar. İskenderiye'de yapılan kanlı çarpışmalarda Mısır kuvvetleri, bozguna uğradı. İngilizler, Mısır'ı 15 Eylül 1882 günü işgal ederek hedeflerine ulaştılar. Netice'de Mısır, Osmanlı hakimiyetinde kalmak ve ve vergi vermek suretiyle İngiltere'nin işgali altına girdi.[17]
17. Yunanistan Meselesi
Osmanlı Devletine hasta adam gözü ile bakıldığı ve paylaşma hesapları yapıldığı bir devrede başa geçen Sultan Abdülhamid Han'ın, devletin idaresini bizzat eline aldığı 1878'den sonraki dış siyaseti, dahiyane bir mahiyet arz etmektedir. Padişah'ın dış siyaseti prensip itibariyle basit fakat uygulaması bakımından zordu. O, dünyadaki politik gelişmeleri yakından takip etmek üzere sarayda bir çeşit bilgi merkezi kurdu. Osmanlı ülkesiyle ilgili bütün dünyada çıkan yazılar ve dış temsilciliklerden Padişah'a gelen raporlar burada toplanır ve değerlendirilirdi. Abdülhamid Han, zaman zaman önemli gördüğü meselelerde yerli ve yabancı ilim adamlarından dış politika konusunda bilgi alırdı. Padişah'ın dış politikada hedefi Osmanlı Devletini savaştan uzak, barış içinde yaşatmak ve her bakımdan güçlü bir hale getirmekti. Devletler arası rekabetin Osmanlı Devleti üzerinde yoğunlaştığı bir devirde böyle bir siyaseti uygulamak gerçekten zordu. Padişah bilhassa Avrupa devletlerinin Türkiye üzerinde birbirleriyle çatışan çıkar ve ihtiraslarından faydalanmaya çalıştı. Bu sebeple milletler arası şartlar değiştikçe onun siyaseti de değişiyordu.
Sultan Abdülhamid Han'ın İslam dünyasındaki itibarı pek fazlaydı. Doğu Türkistan ve Orta Afrika'daki Sultanlıklar bile onun adına hutbe okutup, para bastırıyor ve ona tabi oluyorlardı. Padişah'ın, Almanya İmparatoru ve Prusya Kralı İkinci Wilhelm ile şahsi dostluğu vardı. Avusturya ve Macaristan ile dostluk kurulmuş olup, İtalya ile münasebetler iyiydi. Sırbistan ve Romanya etkisizdi. Karadağ ve Bulgaristan prensleri ise, Padişah'a bağlıydılar.[2]
1877 Osmanlı-Rus harbinden sonra yapılan Berlin muahedesiyle Teselya ve Narda, bu savaşla hiçbir ilgisi olmadığı halde Yunanistan'a verilmişti. Bunları kafi görmeyen Yunanistan, Yanya ve Girid'e göz dikmişti. Avrupa devletlerine sırtını dayayan Yunan hükümeti, çeteler halinde Girid'e asker çıkarıp bol miktarda cephane yığdırdı. Yunanlılar, Müslümanları öldürmeye başlayınca, Osmanlı askeri de Rum çetelerine karşılık verdi. Bunun üzerine Yunanlılar; "Osmanlılar, Hıristiyanları kesiyor!" diyerek Avrupa'da Türk mezalimi yaygarasını kopardılar. Osmanlı Devleti'ne karşı seferberlik ilan ettiler. Savaş taraftarı olmayan Sultan, Edhem Paşa kumandasındaki ordusunu hazır hale getirdi.[17]
Yanya ve Girid vilayetlerine göz diken ve Osmanlı hududunda tecavüzkar faaliyetlerde bulunan Yunanistan'a 18 Nisan 1897'de harp ilan edildi. Büyük devletler işe karışmadan Yunanistan'ın işini bitirmek isteyen Sultan Abdülhamid, başkumandan Edhem Paşaya yıldırım savaşı istediğini bildirdi. Avrupalıların 6 ayda geçilemez dedikleri Tırhala-Çatalca hattını bir kaç günde aşan Osmanlı birlikleri, Dömeke önlerinde Yunan ordusunu büyük bir bozguna uğrattılar. Artık Atina'ya 150 km kalmış ve yol açılmıştı. Ancak Yunanistan'ın Osmanlılar eline geçeceğini anlayan Rusya başta olmak üzere Avrupa devletleri, Sultan Abdülhamid'den harbin durdurulmasını rica ettiler. Babıali 10 milyon altın savaş tazminatı ve işgal edilmiş olan Teselya'nın teslimi karşılığında mütarekeye hazır olduğunu bildirdi. Ancak mütareke sırasında işe karışan Avrupa devletleri, [2] Sultan'ı harple tehdit ederek [17] tazminatın 4 milyon altına indirilmesini ve Türkiye'nin küçük bazı toprak parçaları ile yetinmesini sağladılar. Böylece Osmanlı Devleti, bütün Hıristiyan devletlerin bir araya gelmeleri neticesinde, zaferle çıkmış olduğu bir harbin bile faydasını göremedi. Fakat Yunanlılar, önemli ölçüde ezilmiş oldu.[2]
18. Ermeni Meselesi ve "Kızıl Sultan" İftirası
Sultan Abdülhamid Han'ın fevkalade akıllı ve tedbirli siyaseti ile bütün İslam alemini kendisine bağladığını gören İngilizler, Osmanlı Devletinin iyiye gidişini durdurmak ve yıkmak için faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bir taraftan Padişah aleyhine faaliyette bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti'ni desteklerken, diğer taraftan Arabistan Yarımadasında bedevi kabilelerini ve Doğu Anadolu'da Ermenileri Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırttılar. Bu arada Osmanlı Devletinden Berlin antlaşmasının, Anadolu'da Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde ıslahat yapılmasını isteyen 61. maddenin kesinlikle tatbik edilmesini istediler. Bu uygulamanın ermeni muhtariyetini doğuracağını bilen Sultan Abdülhamid Han, İngilizleri yıllarca oyalayarak böyle bir teşebbüse fırsat vermedi. Ayrıca Ermenilerin, Avrupa devletlerinin dikkatlerini çekmek üzere giriştikleri isyanları anında bastırdı. Hatta bu iş için polis ve jandarmadan ziyade sivil halkı kullandı (1895-1896). Bunun üzerine Ermeniler, bir arabaya yerleştirdikleri saatli bomba ile Padişah'ı Cuma namazından çıkışta öldürmek istediler. Fakat Abdülhamid Han, bu suikastten kurtuldu. Bütün bu faaliyetler onu, tatbik ettiği politikadan zerre kadar döndürmedi.[2]
Onun Ermeni komitecilerin hazırladıkları ve Yıldız camiinden çıkarken patlatılan bir arabadaki saatli bombadan kurtulunca, binlerce seyirci ve ecnebi diplomatlara karşı, düşünmeden, hemen söylediği şu kelimeler, kalbinin temizliğini, milletin olgun, şefkatli bir babası olduğunu göstermeye yetişir sanırız:
«Kendimce en büyük emel, ahalinin rahat ve mesut olmasıdır. Bu uğurda, gece-gündüz nasıl çalışıldığı ve gayret gösterildiği malumdur. Gayret ve hüsn-ü niyetimin min tarafillah mükafatı, şu hadiseden, hıfz-ı Huda ile, emin olmaklığımdır. Onun için, Cenab-ı Hakka şükür ve hamd ederim. Müteessir olduğum bir şey varsa, asker evlatlarımdan ve ahaliden bazılarının telef ve mecruh olmalarıdır. Buna, ilelebet teessüf ederim. Tebaamın, hakkımda göstermiş oldukları hissiyata an-samimilkalb memnuniyetimi beyan eyler, afati semaviyye ve erdiyyeden masuniyetleri için dua ederim.» [9]
Anadolu'yu Ermenistan olarak görmek isteyen Fransız yazar Albert Vandal, bu Türk Hakanına "Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan" diyerek iftiralar yağdırdı. Ne yazık ki bu satırlar, Osmanlı ülkesindeki İslamiyet ve Türklük düşmanları tarafından da aynen alınarak Padişah'a karşı kullanıldı. Günümüzde dahi bazı gafiller, bu iftiraları eserlerine koyarak genç nesilleri aldatmaktadır.[2]
Onun katil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı? [3][4]
Devrinin sözde münevverlerinin gafletine bakiniz ki, Belçikalı Ermeni Jorris'in tertibi eseri olan bu suikastı alkışlayanlar görülmüştür. Hattâ zamanın gözde sâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan 'bir anlık gecikme' anlamındaki "Bir Lahza-i Teaahur" isimli şiirinde suikastçıyı 'şanlı avcı' diyerek tebcil etmekte ve suikastın muvaffakiyetsizlikle neticelenmesinden doğan teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna rağmen Sultân Abdülhamîd'in kendisine karşı en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.[10][11]
19. Filistin Meselesi
Sultan Abdülhamid Han'ın kabul etmediği ve sonuna kadar direttiği önemli konulardan birisi de Filistin meselesiydi. Siyonistler, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulması için Sultan Abdülhamid'e başvurdular ve Osmanlı maliyesinin en büyük problemi olan dış borçların bir kalemde silineceğini bildirdiler. Padişah bu teklifi şiddetle reddettiği gibi, Yahudilerin çeşitli yollarla Filistin'e gelip yerleşmelerine engel olacak tedbirleri de aldı.[2]
1897 yılında ilk olarak siyasi bir yapıya sokulan Siyonizm'in vazgeçilmez hedefi olan Yahudi devletinin sınırları Tevrat'ta şöyle tarif edilmiştir:
"Ayak tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan'dan ırmaktan, Fırat ırmağından Garp Denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak, Allah'ın izniyle Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak bastığınız bütün diyar üzerine koyacaktır." (Tevrat, Tekvin Bölümü 12/25)
Siyonistler kendilerine Tevrat tarafından vaat edilen bu topraklara ulaşmak amacıyla 19. yüzyıl sonlarında resmi girişimlere başladılar. 1897 yılında Basel'de yapılan 1. Siyonist Kongresi'nde Yahudi lider Theodore Herzl, Yahudi devletinin sınırlarını şöyle açıklamıştı:
«Kuzey sınırımız Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar uzanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na; sloganımız Davud ve Süleyman'ın Filistin'i olacaktır.»
Herzl, bütün dünya Siyonistlerinin vereceği destekten emin olarak kongrede şunları da söylemişti:
«Basel'de ben Yahudi Devleti'ni kurdum. Eğer yüksek sesle söylersem bütün dünya bana güler. Fakat beş sene içinde veya elli sene sonra herkes bunu bilecek.» [26]
Teodor Hertzel, daha önce yazdığı "Yahûdî Devleti" isimli kitâbıyla dünyâ Yahûdîlerinin Filistin'de yeniden toplanmaları gerektiği yolunda teşebbüse geçmiş ve bu gâye için o gün dünyânın en büyük zengini olan Yahûdî Rochild âilesinin desteğini sağlamıştı. Onun namına iki kere Türkiye'ye gelen ve Yahûdîlerin Filistin'e avdet edip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde Osmanlı Devleti'nin dış borçlarını ödemek teklifini Rochild namına Sultân Abdülhamîd'e arz etmiş olan Hertzel'in, O'nun çelik gibi sert irâdesine çarparak redde mahkûm olması sebebiyle, Yahûdîler tarafından bütün dünyâda o büyük hükümdar için bir karalama kampanyası başlatılmıştır.
Bu kampanya sebebiyledir ki, 33 senelik saltanatı boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamış, ancak ana ve babasını öldürmüş olan bir cânî dışında normal mahkemelerce verilen îdâm cezâlarını bile tenfiz ettirmemiş, kendisine suikast yapan bir haremağasını ve hattâ ermeni Jorris'i dahî affetmiş bulunan Sultân Abdülhamîd Han için haksiz ve mesnetsiz bir sûrette 'kızıl sultan' lakabı, meşhur ve harcıâlem bir hâle getirilmiştir. Hayfâ ki, Yahûdîlerin icat edip Ermenilere armağan ettikleri bu iftirâ, böyle ecnebî kimselerden ziyâde vatanin o gün bugündür bir çok talihsiz Türk asilli nesilleri arasında da revaç bulmuştur.[10][11]
Basel'de yapılan ilk Siyonist kongrede çizilen hayali sınırlar Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında bulunuyordu. Theodore Herzl bu toprakları ele geçirmek için birçok kez İstanbul'a geldi. Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik olarak zor durumda olduğu biliniyordu. Herzl Sultan Abdülhamid'in bu zor durumundan yararlanarak Filistin'i para karşılığında ele geçirmek istiyordu. Fakat Abdülhamid'in tepkisi Theodore Herzl'in tahmin ettiği gibi olmadı.
Filistin topraklarına göz diken Siyonistlerin Sultan Abdülhamid'den olumsuz cevap almaları, hatta saraydan kovulmaları Siyonistlerin Abdülhamid'e olan düşmanlıklarının ilk tohumlarını atmıştı. O günleri yaşayan Mustafa Turan (Bey) hatıralarında Siyonistlerin Abdülhamid'le olan diyaloglarını ve daha sonraki gelişmeleri şöyle anlatıyor:
1893 baharında Siyonist cemiyetin kurucusu Theodore Herzl, bu konuda görüşmeler yapmak için İstanbul'a gelmiş, Hahambaşı Moşe Levi ile beraber Yıldız Sarayı'nda Abdülhamid'in karşısına çıkmışlardı:
"Padişahımız hazretlerine, Yahudi kullarından bir istirham sunmaya geldik. Bu sadık kullarınız Mukaddes Filistin'e yerleştirilmeleri için emirlerinizi bekliyorlar. Ve bir şükran armağanı olarak beş milyon altın kabul buyurmanızı arz ediyorlar."
Halbuki Sultan Abdülhamid, onların planlarını çoktan haber almış ve cevabını çoktan hazırlamıştı. Sonuç; gelen heyetin saraydan hemen kovulması oluyor, çıkarılan bir fermanla Yahudilerin Filistin'e yerleşmeleri yasaklanıyordu.[26][28]
Theodore Herlz, huzurdan ayrıldıktan sonra, padişah, Newlinski'ye hitaben: “Eğer Bay Herlz, senin benim arkadaş olduğun gibi arkadaşın ise, ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan benim değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne'de şehid düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanlarında kalmışlardır. Türk İmparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını vermem. Bırakalım, Museviler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman, onlar, Filistin'i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat, yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade etmem.” şeklinde kesin cevabını bildirmiştir.[15]
İşte masonlar ve Siyonistler bunlardan dolayı Abdülhamid'e düşmandılar. Abdülhamid'e karşı mücadele de böyle başlamış oluyordu... Önce Balkanlar karıştırılıverdi... Sırp ve Bulgar çeteleri desteklendi, kışkırtıldı. Sonra, Taşnak komitesince plan kurdurtulup Yıldız'da Cuma selamlığında Abdülhamid'e karşı suikast planlandı. Suikastta Abdülhamid kurtulmuş ama birçok asker şehit olmuştu. Bu suikastta başarısız olan masonlar-Yahudiler çalışma alanlarını Paris'e kaydırdılar. Çünkü Paris'te birçok Jön Türk vardı. Siyonistler Jön Türkler'e her türlü desteği vermeye başladılar. Yayın ve diğer faaliyetleri oluşturulup Abdülhamid aleyhine kampanyalar başlattılar.[26][28]
Abdülhamid'in bu kararlı tutumu üzerine Yahudilerin tek çıkış yolu onun iktidarına ivedilikle son vermek olacaktı. Herzl, "Siyonizm'in amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı'nın dağılmasını beklemeliyiz." diyordu. Bunun için de ilk hedef Abdülhamid'in tahttan indirilmesiydi. Abdülhamid'i dış müdahalelerle düşüremeyeceğinin farkında olan Herzl, bunun için devlet içinde güçlü bir kuruluşla işbirliği yapmayı tercih etti. Amacına en uygun kuruluş, Jön Türk hareketinin uzantısı olan İttihat Terakki Cemiyeti'ydi.[26][29]
Filistin'e göç edip yerleşmek gibi ilk nazarda mâsumâne görünen arzularının Sultân Abdülhamîd tarafından mutlak bir sûrette redde mahkûm olduğunu gören Yahûdîler, o mübârek şahsiyeti bertaraf etmedikçe emellerine ulaşamayacaklarını anlamakta gecikmediler. Bundan dolayıdır ki, önce İstanbul'da ve sonra da Yahûdî muhiti Selânik'te temerküz eden İttihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak vatanin bir kısım bedbaht evlatlarını bir propaganda sisinde boğdular.
Tehlikeyi gören Sultân Abdülhamîd, Yahûdîlerin Filistin'de toprak satın almalarını yasakladığı gibi, onların bu emellerine muvâzaa yoluyla ulaşmalarını engellemek için de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini şahsî parasıyla satın alarak "emlâk-i şâhâne" hâline getirmiştir. Filistin Çiflikât-i Sâhânesi böylece vücûda gelmiştir. Sultan Abdülhamîd bunlara ilâveten oradaki Müslüman nüfûsu da artırma yoluna gitmiştir.[10][11]
İttihat Terakki Cemiyeti'nde önemli bir etkiye sahip olan grupların biri Selanik'li Yahudi kökenliler, yani dönmelerdi. Bu isimler Abdülhamid'i devirmek için uluslararası finans çevrelerinden yardım sağlamaktaydılar. Cemiyetin diğer bir yardım kaynağı ise Mısır Cemiye-i İsrailiyesi'ydi. Mısır'da bulunan Yahudilerden oluşan bu cemiyet, Jön Türklerin çıkarmış olduğu yayınların Mısır'da kolayca dağıtılmasına yardımcı oluyordu.
Devlet sınırları içindeki Siyonist ve mason hakimiyetinin farkına varan Sultan Abdülhamid, kendine bağlı olarak kurmuş olduğu istihbarat örgütü vasıtasıyla masonları sıkı takibe aldı. Selanik'te bu gelişmeler olurken, masonlardan büyük bir tehlikenin geleceğini hisseden Abdülhamid, mason localarını denetim altına almaya çalıştı. 1894 yılından sonra localarda neler konuşulduğu ve orada yapılan faaliyetlerin içeriği konusunda bir örgütlenme kurmuştu. Osmanlı üzerinde güçlü etkisi olan Ser Locası, Abdülhamid'in etkili istihbarat çalışmalarına fazla dayanamayarak kapanmak zorunda kaldı.[26]
0Awesome Comments!