Sultan II. Abdülhamid Han 1.Bölüm



Sultan II. Abdülhamid Han
Hazırlayan: www.Gizemliilimler.Blogspot.Com

Konu Başlıkları

  • Giriş
  • Sultan Abdülhamid'in Doğumu ve Gençliği
  • Fiziksel Görünümü ve Kişiliği
  • Tahta Çıkışı
  • Sultan'ın Gözüyle Memleketin İçinde Bulunduğu Durum
  • Balkanlardaki Savaş
  • Tersane Konferansı
  • Kanun-i Esasi ve 1. Meşrutiyet
  • Midhat Paşa'nın Sürgün Edilmesi
  • 93 Harbi
  • Ayastefanos Antlaşması
  • Çırağan Vakası
  • Yıldız İstihbarat Teşkilatı
  • Yıldız Mahkemesi
  • Dış Borçlar Sorunu
  • Mısır Meselesi
  • Yunanistan Meselesi
  • Ermeni Meselesi ve "Kızıl Sultan" İftirası
  • Filistin Meselesi
  • 2. Meşrutiyet
  • 31 Mart Ayaklanması
  • Sultan Abdülhamid'in Hal'i (Tahttan İndirilmesi)
  • Vefatı
  • Eserleri
  • Abdülhamid Hakkında Yanlış Bildiğimiz 10 Şey
  • Hakkında Ne Dediler?
1. Giriş

«Gelenin keyfi için, geçmişe kalkıp sövemem.» (Mehmet Akif Ersoy) [1]
Sultan II. Abdülhamid Han, Osmanlı padişahlarının 34.sü ve İslam halifelerinin 99.su.[2]
Toplumun en büyük haksızlığa uğramış tarihî şahsiyetlerinden biri, II. Abdülhamid'dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan içi-dışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişahı katil, kanlı, müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhinde işleyen bu propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır.[3][4]
Onun talihsizliği, daha tahta çıkar çıkmaz başlamıştır. "Kaht-ı Rical" tabirinin tam olarak kullanılabileceği bir devrede tahta oturmuştur. Otuz üç yıllık saltanatı müddetince, koca bir devleti bütünüyle parçalanmaktan kurtarmasına, vatan parçasının Ermeniler ve diğer Avrupalı devletlerce parça parça edilmesini önlemesine, perişan bir vaziyetteki ekonomiyi rayına oturtmasına, çok şümullü kültür ve eğitim seferberliğini başlatmasına rağmen "gelenin keyfi için geçmişe sövmeyi" âdet edinenlerin kaza oklarından kurtulamamıştır. Öyle ki günümüze kadar uzanan bir zaman diliminde Sultan II. Abdülhamid, gerçek yönüyle ele almaktan ısrarla kaçınılmıştır. Hakkında gerçekçi bir inceleme yapılmadan Yahudilerin, Ermenilerin ve emperyalist emellerine mani olduğu için Avrupalıların yakıştırdığı "Kızıl Sultan" yaftası, bazı yerli tarihçiler tarafından ısrarla kullanılmıştır.[5]
Daha ilkokul sıralarında belirli bir propagandanın tesirinde kalmaya başlayarak, yaşları ilerledikçe aynı telkinler ile büyütülen nesillerin, o propagandanın yalanlarını bir gerçek gibi benimsemelerinden tabiî ne olabilir?

«Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,
Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.
Ondan evvel geçen günler, bilsen ne siyahtı.
Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;
Halbuki o zaman sultan, insan değil, canavardı,
Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bîzârdı!»


gibi saçmalar, kim bilir hangi kırılası kalemlerle yazılarak okuma kitaplarına geçiyor, körpe beyinlere Sultan Hamîd düşmanlığı aşılıyordu.

Bu düşmanlığı aşılayanlar, ilk önce İttihatçılar, yâni hürriyet kahramanları (!), yâni Sultan Abdülhamid'in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu 10 yılda dağıttıktan sonra memleketten kaçan kişilerdi. İttihatçılardan sonra da Ermeniler, Rumlar, Yahudilerdi. Yâni, yabancıları işe karıştırarak Türkiye'yi batırmak için Osmanlı Bankası'nı basan, Anadolu'da kargaşalık çıkaran ve Avrupa'nın "gık" demesine meydan vermeden Sultan Abdülhamid tarafından tepelenen Ermeniler; yani Balkanlara saldırıp karışıklık çıkarmak ve yine yabancıların da işe karışması ile Türkiye'yi parçalamak isterken Sultan Hamid tarafından 1897'de tepelenen Yunanlılar (ve bizdeki adı ile Rumlar); ve Filistin'de bir Yahudistan kurmak teşebbüsleri Sultan Hamid tarafından önlenen Yahudi'lerdi.

Sultan Hamid, bin türlü siyasî tertiple bu azınlıkların azgınlıklarını yere sererken, onlarla birleşerek padişahı tahtından indiren kabadayılar:

«Türk, Musevi, Rum, Ermeni,
Gördük bu rûz-ı rûşeni!»


şarkısının, bu unutulmaz ahmaklık ve ihanet bestesini söyleyerek meydanları çınlatıyor, Birinci Dünya Savaşı ile mütarekesine kadar Musevi, Rum, Ermeni vatandaşların nasıl bir “rûz-ı rûşeni” beklediklerini anlamamak gibi bir alıklıkla bir imparatorluğu idare ettiklerini sanıyorlardı.[3][4]
"Kızıl Sultan" demişlerdi ona. Kendi açılarından haklıydılar. Çünkü Osmanlı'nın paylaşımını pahalıya getirmişti Avrupa'ya. Kansız olacağını sandıkları Osmanlı gövdesindeki ameliyat, 30 yıl gecikme sayesinde Avrupa'nın kanlı bir iç savaşına dönüşmüş ve bir dünya meselesi haline gelmişti.

Sultan II. Abdülhamid, 33 yıl boyunca etrafı kurtlarla çevrili bir ülkeyi sağ salim sahile çıkarmanın mücadelesini verdi. Hasta Adam'ın mirasının paylaşılması konusu 1850'lerde gündeme gelmişti. 1878'de Rusya karşısındaki ağır yenilgimiz, emperyalizmin iştahını kabartmıştı ve Türkiye'de darbe üstüne darbe yapılıyordu. Önce Sultan Abdülaziz'e yapıldı darbe, sonra V.Murad'a. Sanıldı ki Osmanlı'nın kaderi, pamuk ipliğine bağlı. Nitekim Sultan Abdülhamid, tahta geçtiğinde; İngiliz Dışişleri Bakanı, kendisini tehdit etmiş 'Ayağını denk alsın, ona da öncekilere yaptığımı yaparız' demişti.

Çöküş için gün sayılırken, bu 34 yaşındaki adam, 30 yılını adayacağı bir icraatın düğmesine basıyordu. Ülkeyi bir barış dönemine sokarken, kazanılan zamanda demiryolu ağından eğitim yatırımlarına kadar bir dolu projeye imza atıyordu. Kendisini feda etmişti; ama 30 yılda yetiştirdiği nesil, Çanakkale'den Sina çölüne kadar emperyalizme karşı Akif'in deyişiyle 'kıta kapma' oyunu oynayacaktı.[6][7]
Okul sıralarında iken, tarih kitapları ve hocalarımız, Sultan Abdülhamid Han'ı "Kızıl Sultan" diye adlandırıp aydınları denize attırdığını, sürgüne yolladığını, hür düşünceye izin vermediğini, memleketi casuslarla (hafiyelerle) doldurduğunu, sarayında süt banyosu yaparak cariyeleriyle gün geçirdiğini, her şeyden korkan, evhamlı bir padişah olduğunu anlatıp yazdıkları halde, onun zamanını yaşamış yaşlılar, bütün bunların tam tersini, II. Sultan Abdülhamid zamanının tam anlamıyla altın devri olduğunu söylemişlerdi. Bize anlatılan ve yazılanların gerçeklere tamamiyle aykırı olduğunu da belirtmişlerdi. Demokrasi ve hür düşüncenin 1950'de başlaması üzerine tarihin üzerine indirilmiş bu ağır ve karanlık perde, yavaş yavaş aralandı. Gerçekler, birbiri ardına gözükmeye başladı.

Saltanatın kaldırılması üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçmiş; Türk Milleti, kendi hakimiyetinin tadını almış, her 4 senede bir oylarıyla kendisini idare edecekleri serbestçe seçmiş, varlığını hür, demokratik düzen içinde yürütmeye kararlı olduğunu göstermiştir. Bu durumda artık Sultan Abdülhamid, tarihin malı olmuştur.

Sultan Abdülhamid Han'a "Kızıl Sultan" lakabı Anadolu'nun yarısını Ermenistan yapmak isteyen Ermeni komitacılarına engel olmasının sonucu Ermeni yanlısı Fransızlar tarafından takılmış olduğu gibi, İslam ve Türk düşmanı İngiltere başbakanı Gladstone de ona "cani" demiştir. Bu adları takanların her birinin azılı Türk ve İslam düşmanı oldukları bilindiği halde, bu sıfatları kullanan zavallı Türk aydınlarına ne demeli? Kültür emperyalizmi ile Avrupa'nın düşünce esirliğine düşen zavallı Türk aydınları, Sultan Abdülhamid Han'a o kadar düşman kesilmişlerdi ki, 1905 senesinde Ermeni komitecileri, Anadolu'da Ermenistan devleti kurulmasına engel gördükleri Sultan Abdülhamid'e suikast düzenleyip Cuma Selamlığı'nda bomba koymaları üzerine Tevfik Fikret, meşhur "Bir lahza Teahhur" adlı manzumesinde;

«Ey şanlı avcı, damını beyhûde kurmadın,
Attın, yazık ki, yazıklar ki vurmadın!»


diyor. Bu ne derin gaflet ve hainlik? Bombayı atan "şanlı" avcı kim? Ne için atmış? Öldürmek istediği kim ve niçin öldürmek istemiş? Öldürmek istemesi, Türk'ün 3000 yıllık anayurdu üzerinde bağımsız Ermenistan devleti kurmak isteyenlere engel olması değil mi? Bu, nasıl aydınlık?

Sultan Abdülhamid Han'a isnat edilen kusurlardan birisi de son derece vehimli olduğu iddiasıdır. Sultan Abdülhamid, vehimli değil; ihtiyatlı bir hükümdardır.Amcası Sultan Abdülaziz'in; Mütercim Rüşdi, Hüseyin Avni, Midhat ve Süleyman paşalarla şeyhülislam Hayrullah Efendi tarafından alaşağı edildiğini ve beş gün sonra da şehit olduğunu gördükten başka, Ruslar Ayastefanos'ta iken Ali Suavi'nin giriştiği Çırağan Olayı'na Sadık, Mahmud Celaleddin, Mütercim Rüşdi paşaların (ordunun) adlarının karışmasıyla sultanın ihtiyatlı davranmasını kınamak, insafsızlık olmaz mı? Ama o, bunları yine de devlet işlerinde vazifelendirmiş, şüphe üzerine cezalandırmaya kalkmamıştır. Dünyanın hiçbir yerinde devlet başkanının aleyhinde bir harekete adı karışmış olanları devlet hizmetinde kullanması bir yana, sıkı göz altında bulundurduğu gerçeği inkar edilebilir mi?

Sultan Abdülhamid'e isnat edilen korkaklığa gelince; bomba olayında herkesin bir köşeye saklandığı bir sırada faytonuna binip atların dizginlerini eline alarak o hengamede saraya gittiğini, yerli ve yabancıların Sultan'ın bu cesaretini gördükleri gerçeğini görmemezlikten gelip nasıl korkak denilebilir?

Ve yine Sultan Abdülhamid'i lekelemek isteyen düşmanları, hafiyeciliği (istihbaratı) bütün memlekete yaydığını ileri sürmektedirler. Bugün hangi devlet, iç ve dış gizli istihbarat teşkilatı kurmamıştır? Devletin varlığı için istihbarat teşkilatlarının lüzumu, inkar edilebilir mi? Varlığını korumak zorunda olan herkesin (hele bir devlet başkanının) düşmanları hakkında bilgi edinmesi, normal değil midir?

Sultan Abdülaziz'in başına gelen suikastın en belirgin sebebi, bir istihbarat teşkilatının olmayışıdır. Sultan Abdülhamid zamanında ittihatçılardan Dr. Nazım Bey, ünlü eşkıya Çakıcı Mehmet Efendi'nin yanına tütün tüccarı olarak gidip, Efe'yi İttihad ve Terakki hesabına kazanmak için Padişah'ı devlete ihanet ettiğini, ortalığı istihbaratçılarla doldurduğunu söylemesi üzerine Efe, Türk'ün şaşmaz mantığı ile;

«Padişah'ın memlekete hainlik edeceğine inanmam. Hafiye işine gelince; ben, bir eşkıyayım. Dağda gezebilmem için jandarmanın hareketlerinden haber almam lazım. Bu köylerde benim yirmiden fazla hafiyem vardır. Eğer onlar olmazsa ve bana zamanında gereken haberleri iletmeseler, bir gün olsun bu dağlarda dolaşamam. Benim hafiyeye ihtiyacım varsa, padişahın da vardır. Onun da hafiyeleri olmazsa, bir gün olsun tahtında oturamaz!»

demiştir. Çakıcı'nın bu sözlerinden herkesin, düşmanın davranışlarından haberi olmasının hayati önemi olduğu anlaşılmaktadır.Öyle ise her devletin gizli istihbarat teşkilatına ihtiyacı vardır. Sultan da bunu yapmıştır. Ancak ortada çirkin olan bir şey varsa, sahte hürriyet kahramanlarının şahsî çıkarları için yaptıkları jurnalciliktir.

Sultan Abdülhamid Han'a düşmanlarının yaptığı en çirkin suçlamalardan birisi de, bugün bir yalan ve iftira olduğu anlaşılan "aydın kıyımı"dır. Sultan Abdülhamid Han, son derece merhametlidir ve kan dökmekten de sakınmaktadır. Amcasının katillerinin (Midhat Paşa ve güruhunun) idam kararını temyiz, tasdik etmişti. Sonra aralarında Gazi Osman Paşa gibi, vicdanının sesinden başka şeye boyun eğmeyen büyük bir vatanseverin bulunduğu 15 kişilik hükmün infazına taraftar oldukları halde, Sultan, bu hükmü müebbet hapse çevirmişti. Bu da onun kan dökmek hususunda ne kadar çekingen olduğunu göstermektedir. Midhat Paşa'nın Taif'te öldürülmesinden haberi olmadığı da artık anlaşılmıştı. Bundan başka derme-çatma Hareket Ordusu, İstanbul üzerine yürüdüğü zaman; paşalardan birisi, Sultan'ın ayağına kapanarak bu orduyu tepelemek için izin istediği halde sadece kan dökülmemesi için izin vermediği de bir gerçektir. Sultan Abdülhamid'in, rejimin selameti için sürgün etmek zorunda kaldığı kişileri bol maaşlarla taşra valiliklerine tayin ettiği inkar edilebilinir mi? [8]
Sultan Hamid için Osmanlı İmparatorluğunu, soyumuzun düşmanı Moskoflarla hilâfetin düşmanı İngiltere'ye, devletimizin düşmanları Siyonizm'e ve azınlıklara, rejimin düşmanı hürriyetçilere karşı savunmak meselesi ve vazifesi vardı. Bunun için de, kendisinin devlet başkanı kalması gerekti. Kendisi çekilirse, devletin tutunamayacağı hakkındaki düşüncenin doğruluğu, çok geçmeden gerçekleşmiştir.

Şimdi bu kadar büyük bir dâvânın karşısında, Peyami Safa'nın ileri sürdüğü İsmail Safa'nın sürgün edilmesi gibi hâdiselerin ne ehemmiyeti olabilir? İsmail Safa ne istiyordu? Oğlunun iddiasına göre hürriyet! Yani meşrutiyet, serbest seçim. Yani bir alay Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi ve Sırp'ın Türkiye'nin kaderi hakkında söz sahibi olması... Şimdi akıl, anlayış, vicdan ve millî şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilir mi?

Sultan Hamid, sürgün ettiklerine aylık da bağladığına göre, Anadolu'nun en sağlam havalı yerlerinden biri bulunduğu, ahalisinin dinç ve gürbüz yapısı ile belli olan Sivas'ta İsmail Safa'nın ölmesi Sultan Hamid'in kabahati mıdır? Verem olan İsmail Safa, İstanbul'da kalsaydı, ölmeyecek miydi?

Babasına karşı beslediği sevgi dolayısıyla, Peyami Safa'nın bazı özel düşünceleri olması tabiîdir. Fakat, her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur? [3][4]
İkinci Abdülhamid hanın güzel ahlakını, dine olan bağlılığını, edep ve hayasının derecesini, aklını, ilmini, adaletini, millet için durmadan çalıştığını, hiç can yakmadığını, düşmanlarına bile iyilik ettiğini, masonların aldattıkları ve maşa olarak kullandıkları satılmışları bile af ettiğini anlamak isteyenlere, (Mabeyin baş katibi) Esad beyin (Hatırat-ı Abdülhamid-i han-ı sani) kitabını okumalarını tavsiye ederiz.[9]
Sultan Abdülhamid'e isnat edilen istibdat suçlamasına gelince, Sultan'ın işleri sarayda topladığı ve kendisinin bilgisinin dışında hiçbir şeyin yapılmasına izin vermediği, doğrudur. Ancak bunun farklı sebepleri vardır. Sultan Abdülhamid'in en büyük talihsizliği, bütün dünyada kabule dilen siyasi dehasının yanında, hiç olmazsa Ali ve Fuat Paşalar gibi, ilerisini gören devlet adamlarının bulunmayışıdır. 1877-1878 Türk-Rus savaşının (1.Dünya savaşına girme nedenimizde olduğu gibi) Midhat Paşa ve arkadaşlarının ihtirasları yüzünden çıktığı ve bu yüzden devlet ve milletin düştüğü perişanlık açıktır. Ermeni meselesinde bütün uyarmalara rağmen yanlış politika izleyen Sadrazam Said Paşa'nın İstanbul'da çıkan Ermeni ayaklanması sonucu İngiltere elçiliğine sığınması, Sadık Paşa'nın Kıbrıs meselesinde sanki İngiltere'yle birmiş gibi Padişah'ı Kıbrıs anlaşmasını kabule zorlaması, diğer devlet adamlarının aşırı batı "uydu"luğu sebebiyle memleketin gerçek çıkarlarını görememeleri, bir çok meselede yabancıların aldatıcı telkinlerine kapılmalarının Sultan'ı bu duruma itmiş olduğu, gözden uzak tutulmamalıdır.[8]
Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismarc, rivâyete nazaran:

«Dünyâda yüz gram akil varsa, bunun doksan gramı Abdülhamîd Han'da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir...»

demiştir. O'nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan müthiş bir zekâ, sabır ve büyük bir mahâretle devleti, 33 sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre etmiştir.

Sultân Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mucip olan harpçi bir siyâset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temâyüz etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek, O'nun siyâsetinin temel esasi olmuştur.

Bu sulhçu siyâsetin neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kat'an nazar dış borçların 300 milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamîd'in Almanları İngiliz siyâsî emellerine karşı mâhirâne bir sûrette kullanmasının çok çeşitli ve parlak tezâhürleri vardır. Medîne demiryolu imtiyâzının Almanlara verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe'nin onların yardımıyla Ingilizler'den kurtarılması, bunun târihte en tipik bir misâlidir.[10][11]
İkinci Abdülhamid han'ın güzel ahlakı, dine olan bağlılığı, edep ve hayasının derecesi, akıl, ilim ve adaletinin çokluğu, milleti için gece-gündüz çalışması, düşmanlarına bile iyilik yapması, ciltler dolusu eserlerle anlatılmaktadır. Onun tahtan indirilmesinin üzerinden 10 yıl geçmeden imparatorluğun dörtte üçünün elden çıkması, memleketi 33 yıl nasıl idare ettiğine en açık delildir. Yine Abdülhamid han'ın tahttan indirilmesiyle beraber kan gölü haline çevrilen orta doğu'da hala huzur tesis edilememiş olup, Arap alemi Siyonizm'in oyuncağı haline gelmiştir.[12]
Tarih, siyaset değildir. Günün modasına göre söyleyen, yazan kimse, tarihçi değildir. Çünkü, siyasi rejimler ve fikir modaları daima değişir. Yakın maziyi halka fena tanıtmak gibi hissi görüş, ilmi tetkik yapılmasına mani olmaktadır. Bazı sathi görüşlü kimseler, günlük oluşları küçültür, gölgede bırakır diye, eski kahramanları küçültürler. Tarihi realiteden korkmak manasızdır. Türkiye'de, yine de, II. Abdülhamid aleyhindeki yalanları nakil etmek modası yürürlüktedir.[9]
Araştırmacı yazar Mustafa Turan, Atatürk'ün bile Abdülhamit Han'ın hatıratına hiç hakaret ettirmediğini tarihten alıntılarla şöyle anlatıyor.

Atatürk, devrinin en önemli yazarlarından Nazif Tepedenlioğlu'nun 2. Meşrutiyet'in ilanından yarım asır sonra 50. yıl anısına Hürriyet Gazetesi'nde bir yazı dizisi kaleme alması üzerine Tepedenlioğlu'nu çağırarak şu sözleri söyler

«Yazını okuyorum. Hürriyetin ilan edildiği zaman küçük bir çocuk olman lazım. Fakat tebrik ederim o günleri iyi canlandırıyorsun. Yalnız Abdülhamit'i hiç sevmediğin belli. Sevme Abdülhamit'i. Gene de sevme. Sakın fakat hatıratına hakaret edeyim deme. Senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk, şahsi kanaatimi birazcık söyleyeyim. Tecrübe göstermiştir ki, toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkuk (Ne ocakları şüpheli) ve hudutları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamit'in idare tarzı azami müsamahadır(En yüksek hoşgörüdür). Hele bu idare, 19. yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiş olursa.» [13]
Osmanlı tahtında en fazla kalan padişahlardan olan ve bütün Avrupa ülkelerinin, "hasta adam" tabir ettikleri Osmanlı Devletini pay etme sevdasına düştükleri bir devrede tahta oturan Sultan II. Abdülhamid'in hayatı çeşitli cepheleriyle incelendiğinde 19.yüzyılın siyasî ve içtimaî panoraması hakkında enteresan bilgiler alınacaktır. Biz, şahsiyeti en fazla tartışma mevzuu olmuş bir padişah'ın hayatına devrindeki hadiseleri de ele alarak kısaca göz atacağız.[5]



2. Sultan Abdülhamid'in Doğumu ve Gençliği

Sultan II. Abdülhamid (Arapça: عبد الحميد ثانی 'Abdü'l-Hamīd-i sânî),[14] Sultan Abdülmecid'in ikinci oğlu olup [2] 21 Eylül [15] 1842'de Tir-i Müjgan Sultan'dan doğdu.[2] Annesi Çerkez'dir.[16] 10 yaşında iken annesini kaybeden şehzade Abdülhamid, babasının emriyle [2] Abdülmecid'in diğer çocuksuz eşi [14] Perestû (ya da Piristû) Kadın Efendi'nin himayesine verildi.[2] Perestû Kadın Efendi, Abdülhamid'i kendi çocuğu gibi büyüttü.[14]
Perestû Kadın, ona çok iyi bakmıştır. Bu yüzden Abdülhamid onu çok sever lafı açılınca “Annem ölmemiş olsaydı, O da bana ancak bu kadar bakabilirdi.” demiştir.[15]
Çocukluğunda çok zayıf bir bünyeye sahip olan Sultan İkinci Abdülhamid, sık sık hasta olurdu. Babasının padişahlığı sırasında bu durumu yüzünden özel ilgi gördü. Çok hoşgörülü bir ortamda büyüdü. Kültür derslerinin yanında musiki dersleri aldı ve piyano çalmayı öğrendi.[16]
Genç şehzade, özel hocalar tayin edilerek iyi bir eğitime tabi tutuldu. Arapçayı, Ferid ve Şerif efendilerden, Farsçayı kazasker Ali Mahvi Efendi ve Sadrazam Safvet Paşa'dan; tefsir, hadis, fıkıh ilimlerini Gümüşhanevi Ömer Hulusi Efendi'den; Fransızcayı Gardet, Edhem ve Kemal paşalardan; [2] Osmanlı tarihini vakanüvis Lütfi Efendi'den [17] ve diğer din ve fen ilimlerini de sahasında üstad olan hocalardan öğrendi.[2] Spor ve at biniciliğini Lala Mehmed Sadık Ağa ve Mabeyinci Osman Efendi'den, silah talimi ve diğer askerlik bilgilerini hünkar yaveri çeşitli subaylardan, Şaziliyye tarikatını Mehmed Zafir Efendi'den, Kadiriyye tarikatını Rumeli kazaskeri Halepli Ebü'l-Hüda Efendi'den öğrenerek zamanın ilimlerini tahsil etti.[17] Tahsilinden artan zamanlarını ise ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi.[2]
II. Abdülhamid Han, iyi bir okuyucu idi. İlme aşıktı. Şehzadelik yıllarında başlayan kitap okuma sevgisi ömrü boyunca hep devam etti. Çok zengin bir kütüphane yaptırdı. Dünyanın her tarafından getirilen eserlerle donatıldı.[18]
Şehzade Abdülhamid'in zeka ve hafızasının son derece yüksek oluşu ile politik kabiliyeti, amcası olan Sultan Abdülaziz'in dikkatini çekti. Nitekim Sultan Abdülaziz Han, onun daha serbest bir ortamda yetişmesini sağladı. Mısır ve Avrupa seyahatlerinde yanında götürdü. Şehzade Abdülhamid de bu imkanlardan en iyi şekilde istifadeye çalıştı. Yabancı basını devamlı takip ederek dış devletlerin niyet ve emellerini ve gayelerine ulaşabilmek için uyguladıkları metotları çok iyi etüt etti. Ayrıca o, ticari faaliyetlerde de bulundu.[2]
Aynı zamanda iyi bir hattat ve marangoz idi. Marangoz atölyesi ve çiftlikleri vardı. Koyun besletti, üstübeç madenleri işletti. Para kazanarak zengin olup servetini saltanatı sırasında din ve devlet hizmetlerine sarf etti.[17]
O, marangozluk sanatında mükemmel eserler yapacak derecede ustalaşmıştır. Öyle ki yaptığı eserlerin yağmadan kurtulabilenleri görenlerce takdirle karşılanmaktadır. Cuma ve bazen vakit namazlarını kıldığı Yıldız Camiindeki, kendisinin ve şehzadenin namaz kıldığı mahfillerin tahta işlemesini bizzat kendisi yapmıştır.[5]
Abdülhamid Han, matbaa ve yayın işlerine çok meraklıydı. Modern matbaa makinelerini Türkiye'ye getirtip kaliteli divan eserleri bastırdı. Mesela Cem Sultan Divanı'nı bastırıp bazı nüshalarını İngiltere'ye, Almanya'ya ve Amerika'ya göndertti.

Abdülhamid Han, kurulduğu yıl Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne girdi ancak cemiyetin yanlış gayeler peşinden gittiğini düşündüğü için ayrıldı. Sultan, takva ve dindarlığı sebebiyle halk arasında "veliyullah" olarak biliniyordu.[19]


3. Fiziksel Görünümü ve Kişiliği

Sultan Abdülhamid uzunca boylu, hafif kambur, esmerce tenli, uzunca burunlu, ela gözlü, hafif kıvırcık sakallı idi. Zeka ve hafızasının güçlü olduğu, açık bir tarzda konuştuğu, kendisine anlatılanları uzun müddet sabırla dinlediği söylenir.[14]
Şehzade Abdülhamid, zamanını ibadetle, din ve fen ilimlerini öğrenmek, ata binmek, silah kullanmak ve spor yapmakla değerlendirirdi. Çok kültürlü, şahsı için iktisatlı, hayır ve hasenatı için pek cömert, ileri görüşlü, dış siyasette fevkalade maharetli, yerli ve yabancı basını devamlı takip eder ve her şeyi öğrenmek isterdi. Dedesi Sultan Mahmud'u kendisine örnek almıştı. Fevkalade bir zeka ve hafızaya sahipti. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kimseyi asla unutmazdı. Çok nazikti. Herkesin gönlünü almayı bilirdi. [17]
Gayet güzel ve düzgün konuşurdu. Deha derecesinde bir siyasete sahipti.[15]
Sultan Abdülhamid oldukça dindar bir insandı. Kızı Ayşe Sultan babasının dindarlığını şöyle anlatmıştır:

«Babam doğru ve tam dinî itikada sahip bir Müslüman'dan başka biri değildir. Beş vakit namazını kılar, Kurân-ı Kerîm okurdu.Daima camilere devam ettiğini, Ramazanlarda Süleymaniye Camii'nde namaz kıldığını, o zamanlar camide açılan sergilerden alışveriş ettiğini hikâye tarzında anlatırdı.Babam herkesin namaz kılmasını, camilere devam edilmesini çok isterdi. Sarayın hususi bahçesinde beş vakit Ezân-ı Muhammedi okunurdu. Babamın bir sözü vardı: "Din ve fen," derdi. "Bu ikisine de itikat etmek caiz" olduğunu söylerdi.» [20]
Ali Haydar Efendi hazretleri anlatıyor:

«Sultan Abdülhamid'i din düşmanları bize bile kötü tanıttılar, sonra anladık ki kerametleri olan büyük bir veli imiş. Osmanlı, İslam'a çok büyük hizmetlerde bulundu. Hele Sultan Abdülhamid olmasa ehl-i sünnet eserleri ortadan kalkmaya mahkum olurdu. Onun gayreti, siyaseti ve himmeti sayesinde ileriki nesillere sahih kaynaklar ulaşabildi.

Bir kere beni huzuruna kabul etti. Sultanlar perde arkasından konuşurlardı. Beni kendisine çok yaklaştırdı, birden perdeyi kaldırınca burun buruna geldik. O zaman bana: "Ali Haydar efendi! Etrafımda senin gibi taviz vermeyen âlimler olsaydı bu Devlet-i Aliyye bu hale gelmezdi." dedi. Allahu teala ona yüksek dereceler ihsan eylesin».[21][22]
Sultan Abdülhamid çalışkan bir padişahtı. Günde muntazam 15-16 saat çalıştığı söylenmektedir.[23] “Millet, bize çok çalışmamız için maaş veriyor” diyen Abdülhamid Han, kendisi için diktatör yorumları yapanların yüzlerine esaslı bir tokat vuruyordu adeta.[19] Çalışma saatleri dışında hobi olarak marangozlukla uğraştı. Gençliğinde binicilik, yüzme, atıcılık, güreş gibi sporlar yaptı. Tiyatro ve operaya ilgi duyardı. Yıldız Sarayı'nda yaptırdığı tiyatroda çeşitli oyun ve operaları hususi olarak getirtir ve ailesiyle birlikte seyrederdi. En sevdiği piyeslerden birisi, ünlü Alman şairi Friedrich Schiller'in Haydutlar adlı eseriydi. La Traviata, Aida, Carmen, Faust, Manon en sevdiği operalardandı.[24][14]
Sultan, gece yatmadan önce de kitap okuturdu. Kızı Ayşe Sultan, yazdığı hatıratında babasından bu konuda şunları nakletmektedir: “Gündüzleri beni meşgul eden işlerin ağırlığından kurtulmak, zihnimi başka taraflara sevk edip düşüncelerimi defetmek ve rahat uyuyabilmek için her gece odamda kitap okutuyorum. Okuttuğum eserler ciddi olursa büsbütün uykum kaçıyor. Onun için bir takım romanlar tercüme ettiriyorum.” der ve gülerek ilave ederdi: “Küçüklüğümde dadım bana ninni söylerdi. Şimdi de okunan kitaplar aynı tesiri yapıyor. Esasen yarı dinliyor, yarı dinlemeden uykuya dalıyorum. İşte benim uyku ilacım budur.” [18]
Hayırsever ve cömert bir insan bir insan olan Sultan İkinci Abdülhamid, sıradan bir vatandaş gibi yaşardı. Yunan seferi sırasında, kendisine hazinede yeterli para olmadığı söylenince, atalarından kalma şahsi servetinden masrafları karşılamış, devletten beş kuruş almamıştı.

Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika eşyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırırdı.[15]


4. Tahta Çıkışı

1875 yılında Osmanlı İmparatorluğu, tarihinde görülmedik derecede ciddi ekonomik ve siyasal bir bunalıma girmişti. Dış borç kaynaklarının azalmasının yanı sıra iç borçların ödenmesi artık imkansız hale gelmişti. Aynı yıl Bab-ı Ali de kısmi bir ekonomik batışı kabul etti. Mayıs 1876'da Süleyman Paşa komutasındaki Harbiye öğrencileri, yanlarına Şeyh-ül İslamlığın medreseli öğrencilerini de alarak Sultan Abdülaziz'i tahttan indirdiler. Darbeye, medreseli öğrencilerin katılımı nedeniyle "Softalar Darbesi" adı verildi. Ancak darbenin sonuçları, darbenin "softalar"ın kontrolünde olmadığını gösteriyordu. Aksine, darbe "masonik"ti; darbeden sonra ön plana çıkarılan mason Sadrazam Mithat Paşa, tahta mason biraderi 5. Murad'ı geçirmişti.[25]
Üstad-ı Azam Kemalettin Apak, Beşinci Murad'ın masonluğunu hakkında şöyle der:

«O vakitler henüz Veliaht olan 33. Osmanlı Padişahı Beşinci Sultan Murad dahi bu locaya (Fransız Ser Locası) kaydolmuş ve 18. dereceye kadar yükselmiştir.» [26]
Mithat Paşa'nın kafasında, aydınlanmacı ve pozitivist bir temele dayanan yeni bir Osmanlı toplumu yaratma hedefi vardı. Ancak 5. Murad'ın dengesiz kişiliği bu masonik projenin uygulamasına izin vermedi. Padişahın aniden psikolojik rahatsızlık geçirmesi üzerine yerine yeni bir isim aranmaya başlandı.[25]
Şehzade Murad, rahatsızlığı sebebiyle ancak üç ay tahtta kalabildi. Bunun üzerine şehzade Abdülhamid 34 yaşındayken 31 Ağustos 1876 Perşembe günü Osmanlı tahtına oturdu.[2] 7 Eylül günü, Eyüp Sultan Camii'nde kılıç kuşandı ve kır atına binerek Edirnekapı'dan şehre girip Topkapı Sarayı'na yürüdü. Yollarda biriken halk, tezahürat yapıyor ve yeni padişahtan çok şeyler bekliyordu.[2]
5. Sultan'ın Gözüyle Memleketin İçinde Bulunduğu Durum

Sultan Abdülhamid Han, tahta çıktığı zamanda devletin durumunu ve saltanatı boyunca tatbik etmeye çalıştığı siyasetini şöyle anlatmaktadır:

«Amerika'da genç ve kuvvetli bir devlet doğmuştu. İspanya, müstemleke(sömürge)lerinden sürekli olarak çıkarılıyordu. Dünya Yahudileri, teşkilatlanmışlardı. Mason locaları ile Arz-ı Mev'ud'un (Yahudilerin kendilerine verilmiş olduklarını iddia ettikleri ve sınırları bugünkü Türkiye'yi de kapsayan, Nil'den Fırat'a kadar olan topraklar) peşine düştüler.Bunlar, daha sonra bana da gelmiş ve Filistin'de Yahudileri yerleştirmek için büyük paralar karşılığı toprak istemişlerdi. Tabii, reddettim.

.......

Apaçık görüyordum ki, Avrupa'nın büyük devletleri, kendi aralarında dünyayı bölüşmeye çıkmışlardı. Bölüşülecek ülkeler arasında Osmanlı mülkü de vardı. Ben, bu kuvvetlerin önünde tek başıma duramazdım. Gücüm yetmezdi. Yapabileceğim tek şey, aralarındaki rekabetten yararlanıp her birine daha büyük bir lokma ümidi dağıtarak birini ötekine düşürmekten ibaretti.

Yine apaçık görüyordum ki, Almanya'nın kurulması ile bozulan Avrupa dengesi, eninde sonunda bu büyük devletleri birbirine düşürecekti. Eğer o güne kadar memleketimi parçalanmaktan kurtarabilirsem, o çatışma koptuğu zaman, kümelenmelerden birine katılıp öteki tarafı kırmakla varlığımızı koruyabilirdim. Bunun ne zaman olacağı belli değildi; ama uzak da görünmüyordu. Almanlar, her yıl biraz daha güçlenince, Fransızlar ve Rusların olduğu kadar İngilizlerin de tedirgin olmaya başladığını görüyordum. Bunun sonu, birbiriyle kapışmak ve hesaplaşmak olacaktı. Nasıl bir yol tutacağımı dikkatle araştırdım.

Büyük devletlerin İstanbul'da yaptıkları konferans sırasında niyetlerinin, iddia ettikleri gibi Hıristiyan tebasının (azınlıkların) hukukunu temin değil; önce muhtariyetlerini, sonra da istiklallerini temin suretiyle Osmanlı ülkesini parçalamak olduğunu görmüştüm. Bunu iki suretle temin etmeye çalışmaktaydılar. Birincisi, Hıristiyan ahaliyi ayaklandırıp ortalığı karıştırmak ve böylece bunlara arka çıkmak... İkincisi, bizi kendi aramızda parçalamak için meşrûtî idareyi getirmek. Her iki gayeleri için de aramızda kolayca taraftar bulabiliyorlardı. Meşrûtî idarelerin bir millî vahdet halinde bulunan ülkelerde kolayca işlediğini, böyle bir vahdet içinde olmayan ülkelerin bu idareye itibar etmediğini far edemeyen bazı Türk münevverleri (aydınları), maalesef düşmanların ekmeklerine yağ sürmekteydiler.

Ben, bu ihanetlerin ve ayaklanmaların içinden ülkemi nasıl çıkarabilirdim.

.......

Ordunun yeni silahlarla donanmasına ve yeni harp sanatına uygun hazırlanmasına hız verdim. Büyük bir asker olan Alman Wander Goltz'u İstanbul'a getirdim. Yarın kopacağını umduğum ve beklediğim savaşta denizlere hakim devletle bir olursam; ordularım, onun işine yarayacak, donanması da benim işimi kolaylaştıracaktı ve üstelik elimde, dövüştüğüm milletin harp oyunlarını çok iyi bilen bir ordum olacaktı.

Evet, benim Avrupa devletleri ile tek başıma boğuşmaya gücüm yoktu; ama, Rusya gibi, İngiltere gibi Asya'da bir çok Müslüman ahaliyi idareleri altına almış devletler de benim hilafet silahımdan ürküyorlardı. Bu yüzden, Osmanlı'nın işini bitirmek noktasında anlaşabilirlerdi. Ben, beklediğim güne kadar bu silahı hudutlarımın dışında kullanmamalıydım. Çünkü böyle bir teşebbüs, ne din kardeşlerimizin işine yarayacak, ne de ülkemin yararına olacaktı. Hilafet kuvvetimi, memleketimizin huzuru ve birliği için kullanmaya, dışarıdaki din kardeşlerimizi de her ihtimale karşı sağlam tutmaya karar verdim.

.......

Hilafetin elimde olması, sürekli olarak İngilizler'i tedirgin ediyordu. Blund adlı bir İngiliz'le, Cemaleddîn-i Efganî adlı bir maskaranın el birliği ederek İngiliz hariciyesi(ataşeliği)nde hazırladıkları bir plan, elime geçti. Bunlar, hilafetin Türkler tarafından zorla alındığını öne sürüyorlar ve Mekke şerîfi Hüseyin'in halife ilan edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemaleddîn-i Efganî'yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana, bir ara Mehdîlik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanların ayaklandırmayı teklif etmişti. Buna muktedîr olmadığını biliyordum. Ayrıca, İngilizler'in adamıydı ve çok muhtemel olarak, İngilizler, beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı. Derhal reddettim. Bu sefer de Blund ile işbirliği yaptı.

Bütün Arap ülkelerinin itibar ettiği Halepli Ebü'l-Hüda es-Seydî yolu ile kendisini İstanbul'a çağırttım. Aracılığını Efganî'nin eski hamisi Münif Paşa ile Abdülhak Hamid yaptılar. Geldi ve bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim.

Hilafet mevzusunda İngiliz teşebbüslerinin sonu gelmiş değildi. Çünkü Asya'da 150.000.000 Müslüman'ı idareleri altında tutuyorlardı ve bu Müslümanlar üzerinde hilafetin büyük bir nüfûzu vardı. Bunu bildiğim için, İngilizleri kuşkulandırmadan her ihtimale karşı seyyidler, şeyhler, dervişler gönderip Asya'daki Müslümanları hilafete manen bağlamaya husûsî bir itîna gösteriyordum. Buharalı şeyh Süleyman Efendi'nin Rusya'daki Müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri bilhassa şükranla yad ederim. Bunun, İngilizlerle münasebetlerimizde çok faydasını gördüm. Hindistan umûmî valileri, oradaki Müslümanların Osmanlı Devleti ile yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine Osmanlı ile iyi geçinilmesini yazıyorlar ve böylece bizim işlerimizi bir nebze kolaylaştırmış oluyorlardı. Tek başına yaşayacak ve direnecek gücümüz yoktu. Bizi parçalamakta birleşmiş düşmanlarımız; kendi aralarında parçalanırsa ve biz de bu parçalardan birinin vazgeçemeyeceği kuvvet olabilirsek, yeniden dünya için söz sahibi olabiliriz.

.......

Büyük devletler arasındaki rekabetin eninde sonunda onları çatışmaya götüreceği, gözler önündeydi. Öyleyse Osmanlı Devleti de böyle bir parçalanmaya kadar kendi parçalanma tehlikesinden uzak yaşamalı ve çatışma günü de ağırlığını ortaya koymalıydı. İşte benim, 33 yıl süren siyasetimin sırrı...» [17][27]
6. Balkanlardaki Savaş

Sultan Hamid'i iyice anlamak için tahta çıktığı zamanı iyi bilmek lâzımdır. Sultan Aziz'in son zamanlardaki çöküntü sırasında, memleketi yürütmek için beliren iki akımdan liberalizmi V.Murat, muhafazakârlığı II.Abdülhamid temsil ediyordu. Liberaller, İngiltere ve Fransa'ya bakarak parlamento ile her şeyin düzeleceğine inanıyor, muhafazakârlar, 30 milyonluk imparatorlukta 10 milyon Türk'ün hâkimiyetini sağlamak içim mutlak idareye lüzum görüyordu. Masonlar, Sultan Murad'ı da mason yapmışlardı. Gerçek yüzünü Sultan Murad'a göstermeyen masonluğun arkasında ise Yahudilik ve Avrupa emperyalizmi vardı.[3][4]
19.Yüzyılın son yıllarında ehl-i salip, Osmanlı Devletine karşı hücumlarını arttırmışlardı. Düşman; bir değildi, iki değildi. Düşman çokluktu. Yıllardır kuyruk acısı taşıyanlar, devletin sıkıntıda olduğunu fark etmişler, aç canavarlar gibi saldırmışlardı. Abdülhamid Han, elinden geldiğince bu hücumları bertaraf etmeye çabalıyordu, fakat şairin dediği gibi;

"Dost bîperva, felek, birahm, devran bîsükûn,
Dert çok, hemderd yok, düşman kavî tâli zebun"
du.[5]
Sultan Abdülhamid Han tahta çıktığında devlet, en buhranlı günlerini yaşıyordu. Bosna-Hersek ve Bulgar ayaklanmalarına Sırbistan ve Karadağ muharebeleri de eklenmişti. Girit'te huzursuzluk had safhadaydı. Rusya, Osmanlı Devleti'ni "hasta adam" olarak görüyor, bu karışıklıkta devletten en büyük payı kapma sevdasıyla savaş hazırlıkları yapıyordu.[2] Bunun için Osmanlı Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyanları ayaklandırıp ortalığı karıştırıyor ve devleti devamlı baskı altında tutmaya çalışıyordu. Başlıca istekleri, Osmanlı Devleti'ni parçalayıp Balkanlar ile Ortadoğu'da küçük devletler kurmaktı. İngiltere ve Fransa da Osmanlı Devleti'nin parçalanacağına kesin gözüyle bakıyor; bilhassa İngiltere, böyle bir parçalanmanın Rusya elinden olmasını istemiyordu. Çünkü Osmanlı Devleti'nin parçalanması, Rusların sıcak denizlere inmesine sebep olacak, bu da Hindistan ve Ortadoğu'daki nüfuzunu tehlikeye sokacaktı.[17]
Yeni Osmanlı Padişahı ise aktif bir siyaset takip ediyordu. Bütün hükümet üyeleriyle mabeyin personelini saraya davet ederek bir yemek verdi. Burada yaptığı konuşmada da milli birliğe duyulan ihtiyacı dile getirdi.[2] Seraskerlik dairesini, medreseleri, alimleri, evliyayı, bahriye nezaretini, hastaneleri ve hastaları ziyaret edip devletin ileri gelenlerini çağırarak ziyafet verdi. Zaman zaman, haber vermeden çeşitli camilere gidip halkın arasında aynı safta namaz kıldı. Sultan'ın bu hareketleri, halkın hoşuna gidiyor ve onu daha çok sevmelerine sebep oluyordu.[17] Nitekim herkeste ve özellikle orduda bir moral düzelmesi görüldü. Bunun neticesi olarak Sırp cephesindeki ordu önemli başarılar kazanmaya başladı.[2]
Sultan Abdülhamid Han, tahta geçtikten kısa bir süre sonra, sadrazam Mütercim Rüşdî Paşa'nın istifasını kabul etmedi. Bu arada Midhat Paşa ve arkadaşlarını öldürüp Padişah'ı tahttan indirmeyi planlayan 400 kişilik bir gurup ortaya çıkarıldı. Kanun-i Esasi hazırlığı için Müslüman ve gayrimüslimlerden oluşan bir komisyon kuruldu. Midhat Paşa ile Sadrazam Rüşdî Paşa'nın arası açılınca, 19 Aralık 1876 günü sadrazam, görevinden istifa etti ve Şura-yı devlet reisi Midhat Paşa, sadarete getirildi. Sadrazam, aynı zamanda Kanun-i Esasi'yi hazırlayan heyete başkanlık ediyordu. Midhad Paşa, bir hukukçu olmayıp meşrutiyet rejimi üzerinde de gerekli bilgilerden yoksundu ve kendisine Ermeni hukukçu Odyan Efendi, akıl hocalığı yapıyordu.

Bab-ı Ali, hareketli günler yaşarken, Osmanlı ordusu, Sırbistan ve Karadağ'da savaşıyordu. Osmanlı kuvvetleri, beşe ayrılmış olup 3'ü Sırbistan, 2'si de Karadağ üzerine gönderilmişti. Sırbistan üzerine gönderilen ordu birlikleri; Vidin, Niş ve Yenipazar dolaylarında bulunuyordu. Vidin'deki kuvvetler, Osman Nuri Paşa; Niş'tekiler, Ahmed Eyyûb Paşa; Yenipazar'dakiler de Ali Paşa ve Mehmed Paşa komutasına verilmişti. Karadağ'a karşı da 2 kolordu gönderilmiş olup İşkodra kolordusu, Derviş Paşa'nın; Hersek kolordusu da Ahmed Muhtar Paşa'nın kumandasındaydı. Bütün bu ordunun toplamı, Mısır askerleri ile 100.000 kişiyi buluyordu. Osmanlı ordusunun başkumandanlığı, serasker ve serdar-ı ekrem Abdülkerîm Paşa'ya verilmişti. Vidin bölgesi kumandanı Osman Nuri Paşa, Sırp saldırılarını geri püskürtmeyi başardı. Daha sonra Sırplarca kuvvetli şekilde tahkim edilmiş Zayça kasabasını ele geçirdi. Niş bölgesindeki savaş da Osmanlı kuvvetlerinin lehinde gelişiyordu. Sırp kuvvetlerinin bu yenilgileri, İstanbul'da büyük sevinç uyandırmakla beraber, mütareke için bir yabancı müdahalesinin olabileceği göz önünde tutularak, buna meydan verilmemesi için serdar-ı ekrem Abdülkerîm Paşa'ya derhal Belgrad üzerine yürümesi ve Sırplar'ın böylece barışa mecbur edilmesi için emir verildi. Belgrad üzerine yürüyen Abdülkerîm Paşa da Sırp ordusunu ağır bir mağlubiyete uğrattı.[17]
Osmanlı ordusu Belgrat'a girmek üzereyken büyük devletler işe karıştılar. Rusya'nın savaşa derhal son verilmesi konusundaki ültimatomu üzerine Sırbistan ile üç aylık ateşkes imzalandı.[2] Rusya, bu hareketiyle Balkan ihtilafının çözülmesi teşebbüsünü İngiltere'nin elinden almış bulunuyordu. Bu durum, Hindistan yolunu tehlikeye sokmuştu.[17]