Osman Gazi (Otman Bey, I. Osman, Osman Ghazi)
Konu Başlıkları
- Giriş
- Doğumu ve Gençliği
- Gördüğü Rüya
- Fiziksel Görünümü ve Kişiliği
- Ailesi
- Beyliğin Başına Geçişi
- Kuruluş
- Vasiyetnamesi
- Vefatı
- Mirası
- Beylik Toprakları
- Türbesi
- Döneminin Siyasal Olayları
- Kronoloji
- Osman Ghazi (English Biography)
Osman Bey, Osman Gazi ya da I. Osman, (Osmanlı Türkçesi: عثمان بن أرطغرل, Osman bin Ertuğrul) [1] yerel adıyla Otman bey [2], Osmanlı sultanlarının ilki ve dünyânın en uzun ömürlü hânedanının ve en büyük devletlerinden Osmanlı Devletinin kurucusudur.[3] Asıl adı Otman'dır. “Ot” kelimesi eski Türkçe'de “ateş”, “man” da “adam” demektir.[4] Kendisine Kara Osman, Fahruddin ve Mu'înüddin de denmiştir. Osman Gâzî, hayatının sonuna kadar emîr yani bey olarak anılmıştır; vefâtından sonra Hân ve Sultân denmiştir. Çünkü hayatının sonlarına doğru uç beyi olmuştur.[5] Kurduğu Devletin adına da Osman'a izafetle Osmanlı denildi.
Oğuzlar, Müslümanlığı kabul edince Türkmen adını almışlardır. Kayıların hepsi Türkmen kıyafetinde idiler. Bunlar beyaz tenli, kumral saçlı ela gözlü insanlardır. Vücutça kuvvetli, ahlak itibariyle de çok yüksektirler. Kayılar ırkı vasıflarını, ruhi asaletlerini muhafaza etmek için ne Moğollarla, ne Acem, ne Araplarla ve de Hıristiyan kavimlerle karışmışlardır. Anadolu'yu dolduran Türkler, Türklüğün bütün seciye ve meziyetlerini muhafaza etmişlerdir. Ruhlarında yaşayan cihan hakimiyeti fikri, hiçbir devirde sönmemiştir. Bu sebepledir ki, daima akıncı olarak kıtalar fethetmişler, birçok milletleri hakimiyetleri altına almışlardır.[4]
Hayatı
2. Doğumu ve Gençliği
Yaşamının erken dönemleri hakkında güvenilir kayıtlar yoktur. Dönemine ait tüm çağdaş eserler büyük ölçüde 1422 ya da hemen sonrasında tarihlendirilen ve artık mevcut olmayan özgün bir metinden türemiş oldukları açıktır. Çağdaşı ünlü gezgin İbn Battuta, Osman Bey'in oğlu Orhan Bey'i, o dönemdeki başkent Bursa'da ziyaret etmiştir.[2]
Osman Gazi, 1258 tarihinde Söğüt'te [3] ya da Osmancık'ta [5] doğdu.[3] İbn Kemâl, onun doğum tarihini Hicrî 652 (M. 1254) senesi olarak göstermekte ise de genellikle onun 656 (1258) senesinde doğduğu belirtilir. Bununla beraber bu tarihin 650 (1252) veya 657 (1259) olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır.[6]
Osman Gazi, Oğuzların Bozok kolunun Kayı boyundan [3] Türkiye Selçuklularının uç beyi [7] Ertuğrul Gâzi'nin [3] üç oğlundan birisidir.[8] Dedesi de Süleyman Şah'tır.[4] Annesinin ismi, Hayme Hatun [8] ya da Halime Hatun'dur.[5] İslâm terbiyesiyle yetiştirildi. İslâmî ilimler öğretildi. Devrin örf ve âdetince mükemmel bir askerî tâlim ve terbiyeyle yetişti. Ertuğrul Gâzi'nin silâh arkadaşı ve kumandanlarından kılıç kullanmayı, kargı savurmayı, ata binmeyi öğrendi. Onların gazâlarını dinledi. Yaptıklarından ibret alarak, gençliğinden îtibâren gazalara katılıp, zaferler kazandı, kumandanlık vasıflarını geliştirip kuvvetlendirdi. Bizans'ın hâkimiyetindeki Batı Anadolu cihat memleketi olduğundan, bölgede gazâ niyetiyle pek çok kumandan mücahit, derviş ve her biri birer gönül sultanı şeyh ve âlim bulunuyordu. Osman Gâzi; Anadolu'nun İslâmlaştırılıp, Türkleşmesi faaliyetine katılan bu gönül sultanlarından, ahîlerden, Şeyh Edebâli'nin sohbetlerine katılıp, mâneviyâtını yükseltti.[3]
3. Gördüğü Rüya
Osmanlı kaynaklan, tamamen ilahî takdirin bir tecellisi sonucunda, Osman Gazi'nin gördüğü bir rüya ve buna bağlı olarak evliliğinden bahsederler. Osmanlı kaynaklarında birbirine yakin ifadelerle anlatılan bu rüya, Hammer gibi Bati'li yazarlar tarafından biraz da hayâl gücü ile süslenerek bir sahne oyunu gibi dramatize edilir.
Devrin, eğitim, din, kültür, sosyal, ekonomik ve hatta folklorik anlayışı hakkında fikir vermesi bakımından bu rüyayı değişik kaynaklardaki anlatılışlarını günümüz Türkçesine yakın bir ifade ile buraya almakla dönemin anlayış ve fikrî seviyesi bakımından bir değerlendirme yapmaya imkan vermiş olacağız;
«Osman Gazi, biraz ağlayıp dua ve niyaz eder. Derken uykusu gelip uyur. Rüyasında kerameti açık ve belli olan bir şeyhin kendi halkı arasında bulunduğunu görür. Herkes bu şeyhe güvenirdi. Aslında onun dervişliği, gizli idi. Öyle görünürdü. Dünyalığı, malı, mülkü ve koyunları çoktu. İlim sahibi bir kimseydi. Misafirhanesi, devamlı herkese açıktı. Osman Gazi, bu dervişe konuk olurdu.
Osman Gazi, rüyasında bu azizin kuşağından bir ayın doğduğunu ve gelip kendi koynuna girdiğini görür. Bu ay, Osman Gazi'nin koynuna girince hemen onun göbeğinden bir ağaç biter ki gölgesi, dünyayı tutar. Gölgesinin altında dağlar var, her dağın dibinden sular çıkar, o sulardan da kimileri içer, kimileri bahçe sular,kimileri de çeşmeler yaptırır. Osman Gazi, gelip bunu şeyhe haber verir. Bunun üzerine şeyh, Osman'a "Oğul Osman, padişahlık sana ve senin nesline mübarek olsun ve benim kızım Malhun Hatun senin helalin oldu." deyip hemen nikahını kıydı.»
Âsikpaşazâde, Osman Gazi'nin rüyasını yukarıdaki ifadelerle anlatırken; Nesrî, olayı şu ifadelerle nakleder:
«Meğer Osman'ın halkı arasında aziz bir şeyh vardı. (Ona) Edebali derlerdi, gayet kemal sahiplerindendi. Veliliği, kerameti belli olmuştu. Halkın itikat ettiği kimse idi. Bütün illerde meşhur olmuştu. Rüya ilmini iyi bilirdi. Dünyalığı sonsuzdu. Fakat fakirmiş gibi görünürdü. Hatta (kendisine) derviş (fakir) lakabı ile hitap ederlerdi. O, bir zâviye yapıp gelene ve gidene hizmet ederdi. Zaman zaman Osman da onun zâviyesinde misafir olurdu. Bir gece Osman Gazi, rüyasında bu şeyhin koynundan bir ay çıkarak, gelip kendisinin koynuna girdiğini, hemen göbeğinden bir ağaç bittiğini, âlemi tuttuğunu, gölgesinde dağların bulunduğunu, bu dağların dibinden pınarların çıkıp aktığını, kiminin bahçesini suladığını, kiminin çeşmeler akıttığını görür. Osman Gazi, ertesi gün gelip bu düşünü o azize anlattı. Şeyh, ona "Ya Osman, müjdeler olsun. Hak Teâlâ, sana ve senin evladına saltanat verdi. Bütün dünya evladının himayesi altında olacak, hem de kızım Mal Hatun, sana helâl (eş) oldu" diyerek, hemen kızını Osman Gazi ile evlendirdi.
Osman Gazi'nin düşünü yorduğu sırada, Şeyh'in Turgut adlı bir müridi de orada bulunuyordu. "Ya Osman, sana padişahlık verildi, sükrâne (olarak) bize ne verirsin?" dedi. (Osman), "Sana bir şehir vereyim" dedi. Derviş; "Şu köyceğize de razıyım, bana bir nâme (yazılı kâğıt, mektup, belge) ver." dedi. Osman Gazi; "Ben, yazı yazmasını bilmem. Bir su kabı ile bir kılıcım var. (Onları) nişan olsun diye sana vereyim. Benim evladım, onları senin elinde görüp ibka etsinler" dedi. O su kabı ile kılıç onların elinde kaldı. Simdi dahi padişah olanlar, onu (o köyü) görüp ziyaret ederler, o dervişin evladına nimetler (verirler) ve ihsanlar ederler. Bu Edebali dediğimiz şeyh, 120 yaşında öldü. Ömründe, birini gençliğinde, diğerini de yaşlılığında (olmak üzere) sadece iki hatun aldı, ilk hatununun kızını Osman Gazi'ye verdi, sonraki hatunu Taceddin Kürd'ün kızı idi. Hayreddin Pasa ile bacanak oldular.»
Bu menakib, Edebali oğlu Mehmed Paşa'dan nakledildi. Ayni rüya, Solakzâde tarafından da su şekilde verilmektedir:
«Osman Han, merhum babasının yoluna devam ederek, Anadolu'daki kumandanlar arasında ve gaza meydanında kendini gösterdi. Âlimlere ve şeyhlere çok fazla itikadı vardı. O zamanın yüce makam sahibi, hal bilen şeyhi, şeyh Edebali hizmetine devam ederek onun dua ve hürmetini rica ve istid'a ederdi. Bir gece, âdeti olduğu üzere, Cenâb-i Allah'a münacatta bulunup hâcet dilerken, kendileri uykuya daldılar. Rüya âleminde, şeyh Edebali'nin koynundan bir ayın doğup gelerek kendi koynuna girdiğini gördüler. Bu ay, kendisinin göbeğinden nihayeti olmayan bir ağaç seklinde biterek dalı ve budağı ile bütün dünyayı kuşatır. Cihan halkının bir kısmı bostan sular, bir kısmı ziraat yapar, bir kısmı seyran eder, bir kısmı da dolaşır. Osman Gazi, bu güzel yerden uzak kalınca sabah namazını eda edip şeyh hazretlerinin huzuruna varır. gördüğü rüyayı bir bir anlatır. şeyhin bu rüyayı tabir etmesini diler. şeyh Edebali biraz kendi iç âlemine baktıktan sonra başını kaldırıp Osman Gazi'ye; "Ey yiğit müjdeler olsun! Sana ve senin nesline padişahlık verildi. Rüyanda gördüğün o ay, koynumdan çıkıp senin koynuna girdi. Sen benim kızımı alıp bana damat olacaksın. Bundan çocukların ve soyun olacak. Kıyamete kadar yedi iklimde hüküm süreceklerdir" dedi. Şeyh Edebali hemen orada bulunan Müslümanların huzurunda kızı Rabia'yı Osman Gazi'ye nikahladı. Orhan Gazi bundan dünyaya gelmiştir.»
Daha önce de temas edildiği gibi Osmanlı kaynakları tarafından tamamen ilahî bir takdirin tecellisi gibi nakledilen bu rüya, Hammer gibi Batili yazarlarca değişik şekillerde verilir. Hammer, benzer rüyaların görüldüğüne dair haberlerin çok eskilere dayandığını ve hemen hemen birçok padişah, hükümdar ve hanedan için böyle rüyaların görüldüğüne dair nakillerin bulunduğunu ifade ile söyle der:
«Büyük padişahların doğumundan önce gelecekte nail olacakları (ulaşacakları) güç, kudret ve kuvveti göstermek üzere bu neviden rüyaların nakli Sark (Doğu) tarihçilerinde zaman zaman görülen bir istir. Bununla beraber bu âdet, sadece onlara has bir iş değildir. Benzer haberler, gerek çağdaş, gerekse eski Bati tarihçilerinde de görülür.»
Osman Gazi ile ilgili rüya hakkında böyle diyen Hammer, kendisi de aynı rüyayı değişik ifadelerle anlatmaktan geri kalmaz. Bu sebeple biz de Osmanlı kaynakları ile Hammer'in ifadesini karsılaştırmak isteyenlere bir kolaylık olsun diye onun verdiği bilgiyi de temel hususiyetlerini bozmadan özet halinde vermek istiyoruz:
«Karamanın Adana şehrinde doğmuş olan şeyh Edebali, Suriye'de (Sam'da) Fıkıh (Îslâm Hukuku) tahsil ettikten sonra Eskişehir'e yakin İtburnu köyüne gelip yerleşmişti. Osman, zaman zaman oraya gelip şeyhle görüşürdü. Osman bir gece Edebali'nin kızı Malhatun'u görüp âşık oldu. Fakat şeyh, Osman'ın iyi niyetine tam olarak güvenemediği ve bu genç ile kızı arasında mevcut olan eşitsizliği göz önünde bulundurarak evlenmelerini uygun görmedi. Osman, derdini silah arkadaşlarına ve komşularına açar. Bunlardan biri olan Eskişehir beyi, Osman'ın anlatması üzerine Malhatun'a gönül verir. kızı kendisi için istedi. Fakat o da geri çevrildi. Edebali, Osman'dan çok Eskişehir Beyi'nin öç almasından korktuğu için, o beyin topraklarını terk ederek gelip Ertuğrul bölgesine yerleşti. Bu yer değişimi, iki bey arasında büyük bir düşmanlığa yol açtı.
Birgün Osman, kardeşi Gündüzalp ile birlikte komsusu ve dostu olan İnönü beyinin evinde iken, Eskişehir beyinin müttefiki ve Harman Kaya hakimi olan Köse Mihal ile birdenbire çıkageldiği görülür. Bunlar, ellerinde silahla Osman'ın kendilerine teslim edilmesini istiyorlardı. İnönü beyi, gerçek misafirperverliğin bu şekilde bozulmasını kabul etmeyerek onları vermeyeceğini söyledi. Bu esnada Osman ile Gündüzalp ileri atılıp mücadeleye başladılar. Eskişehir beyi korkup kaçarken Köse Mihal esir alindi. Bunun üzerine Köse Mihal kendisini esir alan bu güçlü insana karşı bir sevgi duydu ve ona tabi oldu. Daha sonra Osman, babasının yerine geçince, Köse Mihal atalarının dinini bırakarak Müslüman oldu. O andan itibaren de Osman'ın yükselmekte olan gücünün sağlam dayanaklarından biri oldu.
Böylece Osman, Rumlar arasında bir dost kazanmış, ama henüz sevdiği insana kavuşamamıştı. Aradan iki yıl geçti. Bu iki sene zarfında kuşkular ve şüpheler onun yakasını bırakmıyordu. Ondan sonra Mal Hatun'un babası, Osman'ın sebatkârlığından duygulanarak ilahî bir işaret olarak gördüğü rüyayı onun lehinde yorar. Buna göre: Osman Gazi, şeyh Edebali'ye misafir olarak gelir. Sabırla yatağına girip yatar. Uyuyunca su rüyayı görür:
Ev sahibi yanında yatıyordu. Birdenbire ev sahibi Edebali'nin göğsünden bir hilâl çıktı. Gittikçe büyüyen hilâl tam bir dolunay seklini alınca gelip kendi koynuna girer. Ondan sonra yanlarından bir ağaç belirir. Bu ağaç dallanıp budaklanıyor, gittikçe güzellik ve yeşilliği artıyordu. Dalların gölgesi, üç kıta ufuklarının nihayetlerine kadar karaları ve denizleri kaplayıverdi. Kafkas, Atlas, Toros ve Balkanlar gibi dört büyük sıradağ silsilesi, bu yapraklar çadırının dört desteği gibi görünüyordu. Ağacın kökünden deniz gibi gemilerle örtülmüş olarak Dicle, Fırat, Nil ve Tuna fışkırıyordu. Kırlar, ekinlerle çevrilmişti. dağlar ise sik ormanlarla taçlanmış bulunuyordu. Bu dağlardan çıkan bereketli sular, gül bahçeleri ve servilikler arasında dolasa dolasa akıyordu. Uzaktan kubbeler, ehramlar, dikili taslar, sütunlar, haşmetli kulelerle süslü şehirler görünüyordu. Bütün bunların zirvelerinde birer hilâl parıldıyordu. Minarelerin şerefelerinden ezanlar, müminleri namaza çağırıyordu. Tam bu sırada hızla esen bir rüzgâr çıkmıştı. Ağacın yapraklarını dünyanın bütün şehirleri üzerine, özellikle iki denizin birleştiği, iki karanın kucak açtığı iki dünyayı çeviren bir halkanın en değerli taşı niteliğinde olan İstanbul'a doğru savuruyordu. Osman, halkayı (yüzüğü) parmağına geçirmek üzere iken uyandı.
Böylece, Osman ile Mal Hatun'un birleşmesinden doğacak olan soyun kuvvet ve kudretini tahmin ettirmekte olan bu rüyanın tabiri, genç savaşçının Edebali'nin kızı ile evlenmesinde araya giren engelleri bertaraf ediverdi. Düğün şöleni, hükümdarların düğünü gibi değil, Peygamberin şeriatına ve gösterdiği örneğe uygun olarak yapıldı. İki sevgilinin nikâhını, Edebali'nin müritlerinden muttaki bir zat olan Turud (başka kaynaklarda Turgut) adındaki derviş kıydı.»
Bu evlilik münasebetiyle olsa gerek ki, Osman Bey, zevcesine (esi) Bilecik'e bağlı Kozağaç adındaki köyün gelirlerini paşmaklık olarak tahsis etmiştir. Bilahare o da bu hasılatı, tekkeye vakfetmiştir. Bu konuda 985 (1577) senesi tarihini taşıyan ve Bilecik kadısına gönderilen bir hükümde söyle denilmektedir:
"Bilecik kadısına hüküm ki, ecdad-i izamımdan merhum Sultan Osman Han elayhi'rrahme ve'l-gufran, mesayih-i izâmdan Edebâli merhum'un kerimesin tezevvüç eylediklerinde kaza-i mezbûre tabi" Kozağaç nâm karyeyi paşmaklık ihsan etmeğin müsârun ileyha dahi karye-i mezbûrenin mahsûlün zâviyesine vakfedüp âyende ve revendeye sarf olunurken hâla karye-i mezkûrede sâkin olan..."
Tarihlerde, Osman Bey'in zevcesi olarak gösterilen Mal Hatun veya Rabia Hatun, Şeyh Edebali'nin Osman'la evlendirdiği, Orhan ve Alaeddin'in annesi olarak belirtilmektedir. Halbuki Gazi Orhan Bey'in 724 (1324) tarihli vakfiyesinde "Mal Hatun bint Ömer" kaydının olması, bu kadının şeyh Edebali'nin değil, Ömer Bey'in kızı olduğunu göstermektedir. Aynı şekilde birçok tarihteki rivayetlere göre Mal Hatun ve babası şeyh Edebali, Osman'ın vefatından üç ay önce Bilecik'te vefat etmişlerdir. Halbuki vakfiyede ismi geçen Mal Hatun, Osman Bey'in vefatından sonra hâla hayattadır. Mal Hatun, herhalde Osman Bey'in oğlu Orhan'ın annesi idi. Osman Bey'in öbür zevcesi (esi) ve şeyh Edebali'nin kızı olan Bâlâ Hun (Bala Hatun) ise muhtemelen Osman Bey'in oğlu Alâeddin'in annesi idi.[6]
4. Fiziksel Görünümü ve Kişiliği
Uzun boylu, geniş göğüslü, kalın ve çatık kaşlı, elâ gözlü ve koç burunlu idi. İki omuzları arası oldukça geniş, vücudunun belden yukarı kısmı, aşağı kısmına nispetle daha uzundu. Çehresi yuvarlak ve teni buğday renginde idi. Büyük şeyhlerden Edebali'nin evinde misafir iken, istirahat için gösterilen odada, Kuran-ı Kerîm'i görünce, sabaha kadar saygısından yatmadığı ve geceyi uykusuz geçirdiği çok meşhurdur. şeyh bu durumdan çok memnun kaldığı için kendisini kızı ile evlendirmiş ve hayır dualar etmiştir.[8]
Kendi döneminde kara lakabı ile anılan Osman Gazi'ni saç, sakal ve bıyıkları da kara idi. Türkmenler arasında cesur kimseler için kullanılan bu lakap, ondan başka insanlar için de kullanılmıştır. Nitekim Karasi Bey, Kara İskender, Kara Yülük, Kara Yusuf ve Karakoyunlu gibi isimlerle zikredilen bu neviden lakaplara tesadüf etmek mümkündür.[6]
Osman Gazi değerli bir devlet adamıydı. Dürüst, tedbirli, cesur, cömert ve adaletliydi. Fakirlere yedirip, giydirmeyi çok severdi. Üzerindeki elbiseye kim biraz dikkatlice baksa, hemen çıkartıp ona hediye ederdi. Her ikindi vakti kendi evinde kim varsa onlara ziyafet verirdi.[9]
Osman Gazi iyi bir asker olmakla beraber edebiyata da meraklı idi. Hayrullah Tarihi'nde, kendisine ait şu şiiri bulmaktayız:
«Kurt olup, gel gir sürüye
Aslan ol, bakma geriye
Çar edüp, haydi çeriye
Dil geçidini hisar yap
Osman Ertuğrul oğlusun,
Oğuzhan Karahan neslisin,
Hakkın bir kenter kulusun
İstanbul'u aç gülzar yap!» [4]
Kaynakların, sâlih, dindar, kahraman, cesur ve merhametli bir kimse olarak tanıttığı Osman Gazi, üç günde bir yemek pişirtip fakirleri doyurmak, çıplakları giydirip donatmak, dul ve yetimleri gözetip korumak gibi iyi hasletlere sahip bir kimse idi. Hak ve adalete saygılı, üstün yeteneklere sahip bir hükümdar olan Osman Gazi, ününü kılıcından ziyade adalet severliği ile sağlamıştı. Feth ettiği yerlerde ser'î hükümlere göre hareket eder, tebaası arasında irk, din ve milliyet farkı gözetmezdi. Güçlü bir komutan olduğu kadar sabırlı ve olgun bir idareci idi. Yanında çalışanlar, kendisine karşı büyük saygı gösterirlerdi. En zorba kimseler bile onun huzurunda saygı ile hareket ederlerdi. O, kuvvet ve zenginlikten ziyade adalete daha çok önem veren, güçlü bir irade ve hoşgörüye sahip bir hükümdardı.[6]
Osman Gazi padişah iken devlet hazinesinden maaş almamıştır. Koyunlarının gelirleri ile geçimini temin etmiştir. Zaten elinde olanı fakirlere, muhtaçlara dağıtırdı. Bundan büyük lezzet alırdı. Gelecek nesillere dünyaya bedel bir devlet bırakmıştı. O'nun kurduğu devlet, üç kıtaya hükmedecek ve dünyaya, ilim, irfan, adalet, iman nurunu yayacaktı...[10]
Osman Gâzi sâlih bir Müslüman olup, İslâm ahlâkının iyi ve güzel vasıflarına sâhipti. Az sayıdaki aşîret kuvvetleriyle, Bizans ordusunu ve tekfurlarını üst üste mağlup edip, zaferler kazanan üstün bir kumandandı. Dünyânın en uzun ömürlü hânedanını ve en büyük devletlerinden birini kurdu. Osman Gâzi kurduğu hânedanla; üç kıta, yedi iklim, her çeşit ırk, dil, din, mezhep, fikir, kültür ve medeniyetteki insanı, bünyesinde Osmanlı adı altında toplayan, Kurân-ı kerîm, hadîs-i şerif ve İslâm âlimlerince övülen mânevî hizmetlerin mirasçısı ve idârecilik vasfının 13. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar nesillere intikalcisidir. Osmanlı Devleti şer'î meselelerini, kuruluşundan îtibâren Hanefî mezhebi hükümlerince hâlletti. Kazâ merkezlerine, şehirlere tâyin edilen kâdılar, Hanefî mezhebine göre karar verirlerdi. Osman Gâzi zamânında askerî teşkilât Oğuz töresine göre olup, aşîret kuvvetlerine dayanıyordu.
Târihçilerin, Osman Gâzi ve kurduğu devlet hakkındaki ortak fikirleri özetle şöyledir:
Türk ve İslâm târihinin en muhteşem devri Osmanlıların eseridir. Onlar, millî ve İslâmî mefkûrelerinin dâhiyâne terkibi, siyâsî istikrar ve sosyal adâletleri sâyesinde üç kıtanın ortasında ve Akdeniz havzasında, beşer târihinde nizâm-ı âlem dâvâsının en kudretli temsilcileri olmuşlardır.
Osmanlı hânedanı, dünyâda hiçbir âileye nasip olmayan büyük ve dâhî pâdişâhları bir biri ardından yetiştirmekle, bu devlete yalnız en büyük hayâtiyeti bahşetmedi. Onu millî, İslâmî ve insânî idealler çerçevesinde milletin kalbini kazanarak cihân hâkimiyeti düşüncesinin de en sağlam teşkilâtı hâline getirdi. İslâm dîninin, beşeriyeti saâdete, adâlete ve insanlığa eriştirmek için îlân ettiği yüksek esaslar ve dünyâ nizâmı mefkûresi, Eshâb-ı kirâmdan sonra en ileri derecesine Osmanlı devrinde ulaşmıştır.
Osmanlı sultanları ilmi ve ilim adamlarını memleketlere sâhip olmaktan üstün tuttular. Kemâl sâhibi ilim erbâbını dâimâ takdir edip onlara rağbet gösterdiler. Pâdişâhlar, savaşta ve barışta, kânunların düzenlenmesinde, dînin bildirdiği hükümlere sâdık kalmakla yükselip kuvvetlendiler. İşlerinde âlimlerle istişâre eylediler. Devlet nizamlarının hazırlanıp, düzenlenmesini ve teftişini onlara havâle edip, idârî mesûliyetlere onları da dâhil ettiler. Bunun için Osmanlı Devletinde ulemâ sınıfı, hürmetli bir mevkideydi. Bu yüzden korkutmaya dayanmaktan çok, adâleti yerleştiren kânunlar yapıldı.
Osmanlı Devleti, kavimler, dinler ve mezhepler arasında sağlam bir âhenk, halk kitleleri arasında hiçbir fark ve tezâda müsâade etmemekle, dünyâ târihinde milletlerarası en kudretli ve cihânşümûl bir siyâsî varlık teşkil etti. Osmanlı Devleti ve sultanlarının dâvâları da kendi tâbirleriyle “Nizâm-ı âlem” üzerinde toplanıyor, koca devletin hikmet-i vücûdu ve cihâdı da, bu millî, İslâmî ve insânî esaslara bağlı bulunan bir cihân hâkimiyeti düşüncesine dayanıyordu. Bu düşünce, gerçekten Türk-İslâm târihinde en yüksek derecesini bulmuş ve müstesnâ bir kudret kazanmıştı. Bu büyük siyâsî varlık, eski ve yeni devletlerden farklı olarak, ne dışta istilâ tehditlerine ve ne de içeride çeşitli ırk, din, mezhep mensupları ve grupların huzursuzluk endişelerine mâruz bulunuyordu. Osmanlı cihân hâkimiyeti ve dünyâ nizâmı ideâli, şüphesiz millî şuur ve uyanış yanında asıl kaynağını İslâm dîni ve onun cihâd rûhundan alıyordu. Şeyh ve evliyânın himmetleriyle yükselen gazâ rûhu, küçük Söğüt kasabasından Bursa'ya ve bu medeniyet merkezinden de Rumeli'ne yayılıyordu. Bu arada Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve cihâd rûhunun yükselişinde tasavvuf da büyük kudret kaynağı idi. Gerçekten de Osmanlı Devletinin kuruluş ve yükselişinde tasavvuf tarîkatları, şeyhler, velîler ve dervişler birinci derecede rol oynamıştır. Osman Gâzi ve haleflerinin etrâfı din adamları ve evliyâ ile dolmuş ve daha ilk günden Osmanlı akınları gazâ mâhiyetini almıştır.
Nitekim Osman Gâzi, dâmâdı olduğu büyük tasavvuf âlimi Şeyh Edebâlî'ye intisap ederek her hususta onunla istişârede bulunurdu. Kendisinden sonra gelecek Osmanlı sultanlarına da İslâm âlimlerine hürmet edilmesini, onlara her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte kendilerine danışılmasını tavsiye etti. Bu vasiyete lâyıkıyla uyan Osmanlı sultanları, fethettikleri yerleri medrese, zâviye, imâret, dârülkurrâ ve türbelerle kutsîleştirmişler, buralarda yetişen âlimlerle dünyâya İslâmiyet'i yaymışlar, asırlarca maddî ve mânevî güç ve emeklerini bu uğurda harcamışlardır.[3]
5. Ailesi
Osmanlı tarihleri, Osman Gazi'nin vefatı esnasında gerek miras taksimi, gerekse idareyi ele alma bakımından Orhan ve Alaeddin adında iki oğlundan bahsederler. Buna karşılık Halkondil, Osman'ın üç oğul bıraktığını söyler. Halbuki vakfiye bize Osman Bey'in müteaddit oğullarını ve bir kızının mevcudiyetini haber vermektedir. Buna göre Osman Bey'in Orhan'dan başka Alaeddin Ali, Pazarlu, Melik, Çoban, Hamid adında oğulları ile Fatma adında bir kızı bulunmaktadır. Bununla beraber bu çocukların hangi veya kaç hanımdan olduklarını belirtmemektedir. Bu sebeple Osman Gazi'nin gerçekte kaç hanımla evlendiği ve çocuklarının hangi hanımlardan olduğuna dair henüz tam bir bilgiye sahip değiliz. Su kadar var ki, Alaeddin Ali Bey'in, şeyh Edebali'nin kızı Bala Hatun'dan, Orhan'ın da Osman Bey'in ilk zevcesi ve Ömer Bey'in kızı Mal Hatun'dan doğdukları bilinmektedir. Bununla beraber diğerlerinin bu kadınlardan mi yoksa başka kadınlardan mi olduğu henüz kesin olarak tespit edilebilmiş değildir.
Alaeddin Ali Bey, Orhan'dan küçüktü. Osman Bey'in sağlığında dedesi Edebali'nin yanında Bilecik'te, daha sonra da babasının yanında Yenişehir'de bulunmuştur. Alaeddin Ali Bey, babasının ölümünden sonra kardeşi Orhan Bey'e beylerbeyi olmuş sonra kendisine temlik edilen Kite ovasındaki Futra veya Fodra (Âsikpaşazâde, s. 37'de Kurada) çiftliğinin hâsılatı ile geçinmiştir. Âşıkpaşazade'nin ifadesi ile bu köyü bizzat Alaeddin Bey istemiştir. Orhan da o köyü kendisine vermişti. Alaeddin Bey, Kükürtlü'de bir tekke yaptı. Bursa'da Kaplıca kapısına girilecek yerde kale içinde bir mescid, kapıdan yukarıya doğru ikinci bir mescid ve yanında evler yaptırdı. Kendisi de orada sakin oldu. Alaeddin Bey, Orhan döneminde vefat ederek Bursa'da babası Osman Bey'in türbesine defnedilmiştir. Görüldüğü gibi Alaeddin Ali Bey, Bursa ve çevresinde vakıflar tesis etmek suretiyle birçok hayır islerinde de bulunmuştur. Alaeddin Bey'in oğulları daha sonraları ellerindeki yerler ve babalarının vakıflarını idare ederek hayatlarını sürdürmüşlerdir.
Osman Gazi'nin diğer oğullarından yalnız Pazarlu Bey'in İznik muhasarası ve Pelakanon (Darıca civan) muharebesinde bulunduğu kaydedilmektedir.
Osman Bey'in Çocukları
- Melik Bey
- Fatma
- Hamid Bey
- Orhan Bey
- Alaeddin Bey
- Çoban Bey
- Pazarlu Bey [6]
Osman Bey diğer kardeşlerinden büyük değildi, fakat adeta bir idareci olarak yaratılmıştı. Zira bu hususta çok büyük kabiliyet sahibi idi.[8] Cesâreti, zekâsı, cömertliği, İslâm dînine sadâkati ve tatbikatı herkesçe takdir edildiğinden babası tarafından Kayı boyu beyliğine aday gösterildi.[3] Gerçi Osman, babasının son dönemlerinde ona vekâlet etmek suretiyle yönetimle ilgili konularda kardeşlerinden farklı bir hüviyete sahip olduğunu ortaya koymuştu. Kardeşleri bakımından pek büyük bir sıkıntısı olmayan Osman, amcası Dündar Bey'le uğraşacağa benziyordu. Zira Ertuğrul Bey'in kardeşi Dündar Bey de birliğe reis olmak istiyordu. Bu yüzden Osman'la amcası arasında ihtilaf (anlaşmazlık) meydana geldi. Zira, Kayı aşiretinden başka bazı aşiretler de Dündar Bey'in basa geçmesini istiyorlardı. Bununla beraber Osman'ın reisliğini isteyen taraf daha etkili görünüyordu. Bunun için Dündar Bey, reislik arzusundan vazgeçerek Osman'ın aşiret reisi olmasını kabul etmek zorunda kaldı.[6] Ertuğrul Gâzi, 1281 yılında vefât edince [3] 23 yaşında [8] Kayı beyi oldu.[3]
Ertuğrul Bey'in üç oğlu arasında Osman Bey'e düsen taht, kardeşlerini birer saltanat rakibi olarak değil, yeni devletin kurulup gelişmesinde müşterek bir gayretle el ele verdiren ve saltanat ihtirası yerine, feragat, fedakârlık ve basirete götüren bir metod takip etmelerinin sebebi nedir? İleride tafsilatlı bir şekilde anlatılınca görüleceği gibi, Osman Gazi de kendisine yurt ve istiklâl veren Selçuklu sultanına karşı ayni hassasiyeti göstermiş, o, hayatta bulunduğu müddetçe istiklâlini ilân etmemişti. Böylece o, edep ve irfanı, şahsî ve nazarî kalıplar halinde bırakmayıp devlet bünyesinde de ifadesini bulan bir anlayış olarak cemiyete mal olmuştu.[6]
Anadolu Selçuklu Devletinin Bizans hududundaki Kayılar, Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylağı arâzisine hâkimdiler. Osman Gâzi, Kayı beyi olunca, hudut komşusu Bizans tekfurları ile iyi geçinmeye çalıştı. Bunlar arasında en çok Bilecik Tekfuru ile anlaşıyordu. Boyda, eskiden beri yaylağa çıkarken, ağır eşyâları Bilecik Tekfuruna emânet etmek, buna karşılık tekfura bâzı hediyeler sunmak geleneği vardı. Emânetin teslimi ve alınması, silahsız kimseler ve kadınlar tarafından yapılırdı. Aşîretlerin yaylaya çıkış ve dönüşlerinde, İnegöl Tekfuru yollarını keserek, onlara zarar veriyor, bu yüzden sık sık çarpışmalar oluyordu. Osman Beyin kuvvet ve nüfûzunun devamlı arttığını gören İnegöl Tekfuru Nikola, komşularından tedbir alınmasını istedi. İnegöl Tekfurunun Bizanslılara ittifak teklifi, Bilecik Tekfuru tarafından Osman Gâziye haber verildi. Tekfur Nikola'nın, Pazarköy (Ermenibeli)de kuvvet topladığı tespit edilince, Osman Gâziye haber verildi. Tekfur Nikola'nın, Pazarköy'de kuvvet topladığı tespit edilince, Osman Gâzi, Kayı ileri gelenleri, kumandanlar ve arkadaşlarından Akçakoca, Abdurrahman Gâzi, Aykut Alp, Konur Alp ve Turgut Alp ile görüşme yaparak, İnegöl'ün fethine karar verdi. 1284'te Pazarköy'de meydana gelen muhârebede, Osman Gâzinin yeğeni Bay Hoca şehit düştü. Muhârebe ardından Kulaca Kalesi fethedildi. Mağlubiyet üzerine İnegöl Tekfuru ile Karacahisar Tekfuru birleştiler. 1288 yılında Domaniç yakınında Erice (Ekizce)'de yapılan muhârebede, tekfurlar tekrar mağlup edildiler. Bu muhârebede de Osman Gâzinin kardeşi Sarı Yatu (Sarı Batı) şehit oldu. Osman Gâzinin Ekizce muvaffakiyeti, Anadolu Selçuklu Sultânı Gıyâseddîn Mes'ûd Şah tarafından mükâfatlandırıldı. Gönderilen bir fermanla Söğüt Osman Gâziye yurt olarak verildi.
Sultandan aldığı duâ sonrasında gazâ akınlarını daha da hızlandıran Osman Gâzi, bir baskınla İnegöl Tekfurunu ve pek çok askerini öldürdü. İnegöl'den pek çok ganîmet aldı. İnegöl Tekfurunun öldürülmesi ve Osman Gâzinin devamlı genişlemesi, Bursa ve İznik tekfurlarını telâşlandırdı. Osman Gâzinin Bizans tekfurlarına karşı tâkip ettiği siyâset; Anadolu Selçuklu Sultanlığınca takdir edilip, tekrar mükâfatlandırıldı. 1289'da bir fermanla Söğüt'e ilâveten Eskişehir ve İnönü tarafları verilip, mîrî vergiden muaf tutuldukları gibi Beylik alâmetlerinden alem, tuğ, kılıç ile gümüş takımlı at da gönderildi. Selçuklu sultanının hediyeleri alınıp, fermanı okununca Osman Gâzinin gazâ akınları iyice hızlandı. İznik'e akın tertiplendiyse de kale alınamadı pek çok ganîmetle dönüldü. Karacahisar ile Yarhisar tekfurları, Osman Gâzi aleyhine ittifak kurdular. 1291'de Karacahisar fethedilince, alınan ganimetlerin beşte biri Anadolu Selçuklu Devleti başşehri Konya'ya gönderilip, kalanlar muhârebeye katılan gâzilere dağıtıldı. 1292'de Sakarya Irmağı'nın kuzeyine akın yapıldı. Bu akınlarda Sorgan Köyü, Göynük, Taraklı Yenicesi ve Mudurnu taraflarının askerî mevkileri tahrip edilip, pek çok ganîmet alındı. Osman Gâzi, gazâlarda alınan ganîmetleri hâlen kuruluş safhasında olan devletin ihtiyaçlarını tamamlamakta kullanıyor, kalanlarını muhârebelere katılan gâzilere dağıtıyordu. Osman Gâzinin teşkilâtlanmaya verdiği ağırlık 1298 yılına kadar devâm etti.
Osman Gâzinin ileriye dönük faaliyetleri, huduttaki Bizans tekfurlarını daha da telaşlandırdı. Bilecik Tekfuru da Osman Gâzi aleyhine ittifak içine girdi. Bizans-Rum tekfurları, Osman Gâziyi muhârebe meydanında öldürüp yenemeyeceklerini anlayınca, entrikaya başvurdular. Yarhisar Tekfurunun kızıyla evlenecek olan Bilecik Tekfurunun düğününe dâvet edip, öldürmeyi plânladılar. Osman Gâziye suikast tertibi, dostu Harmankaya Tekfuru Köse Mihal tarafından haber verildi. Gerekli tedbirleri alan Osman Gâzi, Bizans tekfurları ile berâber dâvet edildiği düğüne, hediye olarak kuzu sürüsü gönderdi. Düğün sonrası yaylaya çıkacağını bildirerek, eskiden olduğu gibi değerli eşyâlarının kadınlar vâsıtasıyla kaleye alınmasını istedi. Bilecik Tekfuru, Bizans tekfurlarıyla ittifâk hâlinde olduğundan Osman Gâzinin teklifini kabul edip, düğün yeri olan Çakırpınarı'na gitti. Osman Gâzi aşîretin eşyâsı yerine atlara silâh yükletip, harp hîlesiyle, kırk kadar gâziyi kadın kılığında Bilecik'e gönderdi. Aşîret kâfilesi Bilecik'e gidip, şehri ele geçirdi. Osman Gâzi de düğünden dönen tekfurları kurduğu pusuyla yenilgiye uğratıp, düğüne katılanların ve askerlerinin çoğunu öldürttü. Osman Gâziye karşı tertiplenen Bizans entrikası lehe çevrilip, gelin dâhil, düğüne katılanların bir kısmı esir alındı. Geline Nilüfer adı verilip, Osman Gâzinin oğlu Orhan Gâziye nikâhlandı. Fethe devam edilip, ertesi gün Yarhisar Kalesi kuşatıldı ve ele geçirildi. Osman Gâzinin kumandanlarından Turgut Alp ve gâziler de İnegöl'ü fethettiler.
Osman Gâzi Batı Anadolu'da Bizans hududunda fetihlerde bulunurken, Moğol İlhanlılar da Anadolu'yu istilâ ettiler. İlhanlı Hükümdârı Gazan Han Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddîn Şahı İran'a götürdü. Bütün Türkiye Selçuklu Devletinin toprakları, İlhanlıların eline geçti. İlhanlı zulmünden hicret eden birçok Anadolu Selçuklu emiri ve mâiyeti, Osman Gâzinin gazâlarına katılmak için hizmete geldi. Böylece Osman Gâzi 1281 yılından beri arâzisini devamlı genişletip, gazâ niyetiyle hizmetine katılanlarla devamlı güçlendi. Anadolu Selçuklu Sultanlığının fetret devrindeki iktidar boşluğundan faydalanan Türk beyleri istiklâllerini îlân ettiler. Osman Gâzi de iyice kuvvetlenmişti. 1299'da istiklâlini îlân edip, tâbîlikten kurtuldu. Osman Gâziye istiklâl âlâmetleri olan ferman, sancak, alem, tuğ, kılıç ve at ile takımı önceden verildiğinden, istiklâlini îlân etmesiyle, devlet teşkilâtının müesseselerini kurup, her kaleye subaşı, dizdar, kâdı tâyin etti. Köyler tımar olarak sipâhilere dağıtıldı. Bu arada Yundhisar ve Yenişehir kaleleri fethedildi. Osman Gâzi, yeni fethedilen Yenişehir'i merkez hâline getirdi. Burada idârî, iktisâdî ve sosyal müesseseler inşâ ettirip, evler, dükkanlar, çarşı ve hamam yaptırdı. Devleti beş idârî bölgeye ayırdı. Her bölgenin idâresine güvendiği, kâbiliyetli ve âdil kumandanlar tâyin etti. Oğlu Orhan Beye Sultanönü, Gündüz Alp'e Eskişehir, Aykut Alp'e İnönü, Hasan Alp'e Yarhisar, Turgut Alp'e İnegöl bölgelerinin idâresini verdi.[3]
7. Kuruluş
Netîcede dört yüz çadırla Türkiye Selçuklu-Bizans hududuna yerleştirilen Kayı Aşîreti, 1299'da Osman Gâzinin adına izâfeten Osmanlı hânedanı ve devletini kurmuş oldu. Osman Gâzi İslâm dîninin esaslarını, Türk örfünü teşkilât ve müesseselerini safha safha yerleştirip, mükemmelleştiriyordu. Teşkilât ve müessesesini kurarken, İslâm dîninin farzlarından cihat emrini de yapıyorlardı. Devamlı genişleyip, teşkilâtlanan Osmanlı tehlikesini huduttaki tekfurlarla halledemeyeceğini anlayan Bizans Kayseri İkinci Andronikos Poleologos, hassa kumandanlarından Musalon'u Osman Gâzi üzerine sefere gönderdi. Musalon kumandasındaki Bizans kuvvetleriyle Osman Gâzi 1301'de İznik'in kuzeydoğusundaki Koyunhisar Kalesi mevkiinde karşılaştılar. 27 Temmuz 1301 târihinde yapılan Koyunhisar Muhârebesinde Osman Gâzi muzaffer oldu.[3]
Tarihçi Hoca Saadeddin Efendi, bu şiddetli çarpışmayı söyle tasvir eder:
"Kırılasıca düşman edince cûs u hurûs Saflar kaynayıp deniz misali eyledi cûs... Yiğitlerin okları, güzellerin gözleri gibi fitneler saçmaya, Osmanlının keskin kılıcı asıkların kirpikleri gibi kanlar dökmele, uğursuz düşmanın kelleleri boru ve davul nağmeleri ile oynamaya başlayınca, kan deryasına gömülen kara kafalarında yuva kuran fesada tohumları, bozdoğanların vuruşları altında kirilmiş, İslâm ordusu yeni bir basarî ve zafer kazanmıştı."
Gerçekten çok çetin geçen bu savaşta, Osman Gazi'nin yeğeni ve Gündüz Bey'in oğlu Aydoğdu şehit oldu. Gerek bu vak'a gerekse Osman Bey'in kuvvetlerinin azlığı, Osmanlı kuvvetlerinin duraklamasına sebep olduysa da bizzat Osman Bey'in ileri atılıp orduyu teşyi etmesi sonucunda düşman geri çekilme zorunda kaldı. Mağlubiyeti kabul edip çekilen düşman ordusu, takip edildi. Bu takip, Dinboz (Soğukpınar Nahiyesine bağlı bir köy)'a kadar sürdü. Burada yeniden şiddetli bir çarpışma meydana geldi. Kestel ve Bednos tekfurları burada maktul düştüler. Böylece Bizans tarafından da desteklenen birleşik ordu mağlup oldu.[16]
1302 yılında Köprühisar Kalesi fethedildi. 1303'te Yenişehir'in güneybatısındaki Marmaracık Kalesi fethedilip, İznik'in kuzeyindeki Katırlı Dağı eteğine kale yapıldı. Kaleye Taz Ali kumandasındaki yüz asker bırakılarak İznik ablukaya alındı. 1306'da Bursa Tekfurunun idâresindeki müttefik Bizans tekfurlarına karşı sefer yapıldı. Osman Gâzi müttefik Bizans tekfurlarının kuvvetini Dinboz'da mağlup etti. Kestel, Kite ve Ulubad kaleleri Osmanlıların eline geçti. 1306'da Osmanlılar, ilk defâ Ulubat tekfuruyla askerî antlaşma imzâladılar. Antlaşmaya göre; mülteci Kite Tekfuru Osmanlılara iâde edilecek, Türkler Ulubad Nehrini geçmeyecekti.
Osman Gâzinin Osmanlı arâzisini devamlı genişletmesi Bizanslıları telaşa düşürdü. Bizanslılar, İlhanlılarla akrabâlık kurarak, Osmanlı taarruzlarından kurtulmak istediler. Bizans Kayseri kızı Maria'yı İlhanlı hükümdarı Gazan Hana nişanladı. Onun ölümüyle de Olcaytu Hana nişanlayarak, kalelerini Osman Gâzinin taarruzlarından kurtarıp, Osmanlı hakimiyetindeki arâzilerin geri alınmasını ümit etti. Osman Gâzi, Bizans Kayserinin ittifak arayışı içinde olduğu zamanda da gazâlarını sürdürdü. 1307'de İznik kuşatılıp, Yalova'ya akın düzenlendi. Böylece Osmanlılar denize ulaştı. 1308'de Marmara Denizindeki İmralı Adası fethedilip, deniz üssüne sâhip olundu. Bizans'ın Bursa ile deniz ulaşımı ve irtibatı kontrol altına alındı. İznik civârındaki Koçhisar fethedildi.
Osmanlıların Bizans hududunda tesis ettiği âdil idâre; tekfurların zulmünden, vergilerin ağırlığından bıkan Hıristiyan ahâliden başka, kumandanların da takdirini kazanmıştı. Rumlar, Osman Gâzinin idâresine sığınmaya başladı. 1313'te Harmankaya Tekfuru Mihal de Osman Gâzinin maiyetine girip, Müslüman oldu. Köse Mihal Gâzi adını alarak, pek çok muhârebeye katıldı. Osmanlı Devletine çok hizmeti geçti. Marmara sâhilinden Karadeniz istikâmetinde gazâ akınlarına devâm eden Osmanlılar, 1313'te Akhisar, Geyve, Lüblüce, Lefke, Hisarcık, Tekfurpınarı, Yenikale, Karagöz ve Yanıkçahisar kalelerini fethettiler. Bursa, Osmanlı arâzisi ortasında bırakıldı. Bursa ablukaya alınıp, Kaplıca ve Uludağ istikâmetlerine iki kale yapıldı. Kaplıca istikâmetindekinin kumandanlığına Osman Gâzinin yeğenlerinden Aktimur, Uludağ tarafındakine Balaban tâyin edilip, kalelere kumandanlarının isimleri verildi. 1313 yılından îtibâren Bursa kuşatmaya alındı. Moğol istilâsından Batı Anadolu'ya gelip, Kütahya'ya yerleşen Çavdarlı Aşîretinin Osmanlıya karşı yaptığı düşmanca hareketler, Osman Gâzinin oğlu Orhan Gâzi tarafından durduruldu. Oymahisar'da yapılan muhârebede Çavdaroğlu esir edilip, aşîretin saldırganları cezalandırıldı. 1317 yılında Orhan Gâzi ve kumandanlarından Konur Alp, Sakarya ve Karadeniz istikâmetindeki Karatekin, Ebesuyu, Karacebeş, Tuzpazarı, Kapucuk ve Keresteci kalelerini fethedip, bu mevkileri Osmanlı hâkimiyetine aldılar. Akça Koca Sakarya Nehrinin batısından İznik Kalesi'ne kadar olan mevkiyi fethetti. Buralara, adına izafeten, Koca-eli denildi.
Osman Gâzinin, gençliğinden beri Rum ve düşman tecâvüzlerine karşı sürdürdüğü askerî hazırlığı ve mücâdelesi, devlet kurarken gerçekleştirdiği idârî ve siyâsî faaliyetler onu altmış yaşından îtibâren iyice yormaya başladı. Nikris (romatizma) hastalığından da muzdaripti. Gazâ akınlarıyla yetişip, yiğitliği, cesâreti, bilgisi ve dînine sadâkatiyle düşmanların korkusunu, Müslümanların takdirini kazanan oğlunun idâre tarzını sağlığında görebilmek için, son yıllardaki fetih hareketlerinde ve siyâsî hâdiselerde Orhan Gâziyi vazifelendirdi. 1321'de Orhan Gâziyi Mudanya, Kara Timurtaş Beyi de Gemlik seferine gönderdi. Mudanya fethedilip, Bursa ablukası daha da kuvvetlendi. Akınlara devam edilerek 1323'te Akyazı, Ayanköy, 1324'te Karamürsel, 1325'te Orhaneli denilen Atranos feth edildi. Osman Gâzi, 1314 yılından beri çevresini ablukaya alıp, kuşatma hâlinde tuttuğu Bursa'nın fethini görmek istiyordu. Orhan Gâzi 6 Nisan 1326 târihinde Bursa'yı fethedip, Osman Gâzinin ve Müslümanların arzusunu yerine getirdi. Gâzilerin akınları netîcesinde, Bolu, Kandıra, Ermenipazarı ve Devehisarı feth edildi. Bursa dâhil bütün fethedilen bölgeler îmar olunarak, sâhipsiz evler gâzilere dağıtıldı. Osmanlı teşkilât ve müesseseleri kuruldu. Hıristiyan ahâliden Osmanlı ülkesinde oturanlar, İslâm dîninin gayri müslimlerle alâkalı hukûku tatbik edilerek vergilendirildiler.[3]
0Awesome Comments!