Çevre Hukuku (ders notları)

Çevre Hukuku (ders notları)

I. Genel Esaslar ve Çevre İdare Hukuku

A. Temel Kavramlar ve Genel Bilgiler

Çevre hukuku, çevrenin korunması amacını taşıyan tüm hukuk normlarını kapsayan bir hukuk alanıdır. 

Çevre hukuku, özellikle sanayi devriminden sonra insanoğlunun yürüttüğü faaliyetler ile ortaya çıkan ve günümüzde küresel bir nitelik kazanan çevre sorunlarına hukuki açıdan çözüm arayışının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. 

Çevre hukukunun konusunun saptanması açısından önem taşıyan çevre, çevrenin korunması ve çevresel kirlilik kavramlarının tanımı şu şekildedir:
Çevre: Öncelikle belirtmek gerekir ki, tüm disiplinlerin üzerinde uzlaştığı bir çevre tanımı yoktur.Çevrelemek fiili esas alındığında, çevrenin gündelik dilde bir nesne odak alınarak tanımlandığı görülür.

Çevre Kanunu md. 2 ise, çevreyi canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam olarak tanımlamaktadır. Bu tanım gereği, canlıların yaşamı üzerinde etkili olan bütün faktörler onun çevresini oluşturmaktadır. 

Çevreyi ayrıca iki başlık altında ele almak mümkündür. 

1. Fiziksel Çevre: Fiziksel çevre, iki farklı çevreyi kapsamaktadır. 

     a.Doğal Çevre: İnsanın oluşumuna katkıda bulunmadığı, hazır bulduğu çevredir(dağlar, denizler,  ormanlar vb.).  Doğal çevre de ikiye ayrılmakta: Biyotik çevre (canlı çevre) -  abiyotik çevre (canlı olmayan çevre)

    b.Yapay Çevre: Bilgi ve kültürüyle, doğal çevresinde bulunan kaynakları kullanarak yarattığı çevredir (yollar, parklar, binalar vb.) 

2. Sosyal Çevre: İnsansal çevre, gruplar, sosyal etkileşimler, gelenekler, toplum, kültür vs.
Çevre kavramının unsurlarını oluşturan çevresel öğeler ise, su, toprak, hava, fauna ve flora (bitki ve hayvan varlığı), doğal kaynaklar ve doğal ve tarihsel zenginliklerdir.

Çevre korunması: Çevrenin korunması, çevresel değerlerin ve ekolojik dengenin tahribini, bozulmasını ve yok olmasını önlemeye, mevcut bozulmaları gidermeye, çevreyi iyileştirmeye ve geliştirmeye, çevre kirliliğini önlemeye yönelik çalışmaların bütününüdür (Çevre Kanunu md. 2).
Çevre kirliliği: Çevre kirliliği, çevrede meydana gelen ve canlıların sağlığını, çevresel değerleri ve ekolojik dengeyi bozabilecek her türlü olumsuz etkidir (Çevre Kanunu md. 2).

Başlıca Çevre Sorunları: Günümüzde mevcut olan başlıca çevre sorunlarını şu şekilde sıralamak mümkündür:

Su kirliliği, (Su kalitesinin bozulması), hava kirliliği (Emisyonların havaya salınması yoluyla hava kalitesinin bozulması), toprak kirliliği (Atıklar ve tarımda kullanılan kimyasallar nedeniyle toprak üzerinde gerçekleşen kirlilik), fauna ve floranın tahribi (Biyolojik çeşitliliğin tahribi, türlerin neslinin tükenmesi), transgenik kirlilik (GDO’lu ürünlerin ortaya çıkardığı tehditler), ozon tabakasının tahribi (Klorofulorokarbon gazı, buzdolapları ve sprey gazları nedeniyle zararlı ışınları süzen ozon tabakasının incelmesi), küresel ısınma (Karbondioksit gazının atmosferdeki oranın artması sonucu yaşanan iklim değişiklikleri), asit yağmurları (Özellikle sanayileşmiş kuzey ülkelerinde endüstriyel gazlar nedeniyle yaşanan bir problem), gürültü kirliliği (Zararlı ve istenmeyen açık hava sesleri), elektromanyetik kirlilik ( radyasyon ve baz istasyonları vs.), çölleşme (özellikle aşırı otlatma ve aşırı ekim sonucu verimli oluşan erozyon), ormansızlaşma (Orman yangınları, yeni yerleşim birimlerinin kurulması ve tarıma açılması)

    Türkiye’deki önemli çevre sorunları ise şunlardır: Ormansızlaşma, erozyon, hava ve su kirliliği, elektro manyetik kirlilik, transgenik kirlilik, biyolojik çeşitlilik (Avrupa kıtasında 2.500’ü endemik olmak üzere 12 bin bitki türü, Türkiye’de ise 3 bini endemik olmak üzere 10 bin bitki türü vardır)
Çevre sorunlarının başlıca özellikleri: Çevre sorunları, neden ve sonuçları itibariyle iç içe geçmiş olduğundan, bu sorunlar birbirinden soyutlanarak ele alınamaz. Bu yüzden günümüzde çevre sorunları yerine çevre sorunsalı kavramı kullanılmaktadır. Örneğin, hava kirliliği ormansızlaşmanın bir nedeni olduğu gibi bir sonucudur. Bu durum, çevresel varlıkların ekosistemde karşılıklı bir etkileşim içinde bulunmalarının bir sonucudur. Çevre sorunları diğer taraftan çok yönlü ve karmaşık olup, toplumsal yaşamın tüm alanlarını etkilemekte bu bağlamda toplumsal sorunlardan soyutlanmadan ele alınmalıdır. Çevre sorunları bunun haricinde, evrensel nitelik taşımaktadır. Bugün için yerel veya bölgesel nitelik taşıyan bir çevre sorunu yakın zamanda evrensel etkiler doğurabilir. Örneğin, küresel ısınma gibi evrensel sorunlar esasında yerel düzeydeki çevresel kirliliklerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Çevre sorunları ayrıca, geniş kapsamlı ve uzun vadeli etkiler doğurmaktadır. Çevre sorunları bu bağlamda, sadece belli kişileri değil, herkesi hatta gelecek kuşakları da etkilemektedir. Bunun yanı sıra çevre sorunlarının olumsuz sonuçları kalıcı olabilmekte ve ortaya çıkan zararların giderilmesi zor nitelikte olup büyük maliyetleri gerektirebilmektedir. 

Çevresel sorunların en önemli nedenleri ise şu şekilde sıralanabilir:

Sanayileşme (insanın doğa ile ilişkisinde bencilce davranıp, doğaya onun kapasitesini aşacak şekilde müdahale etmesi), kentleşme (doğal yaşam alanları ve eko sistemlerin tahribi), nüfus artışı (aşırı tüketim, doğal kaynakların tahribi).

Çevre Sorunsalı: Çevre sorunsalı, çevre sorunlarının birbiriyle ve diğer toplumsal sorunlarla bir bütün olduğunu ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Çevre sorunsalı, sadece somut bazı çevre sorunlarına indirgenemez. Aksine çevre sorunlarının çözümünde, çeşitli ekonomik, sosyal ve politik koşulların göz önünde bulundurulmasını da ifade eder. Çevre sorunlarının çözümünde bu bağlamda bütünsel yaklaşım benimsenmelidir.

Çevre Sorunsalının gündeme gelmesinde etkili olan faktörler şunlardır: a) Çevre felaketleri (Çernobil vb. diğer çevre felaketleri. Örn. 1950lerde Londra’da haftada yaklaşık 4000 kişi hava kirliliği nedeniyle yaşamını yitirmekte idi.) b) Bilimsel çalışmalar: Çevre sorunlarına kamuoyunun dikkatinin çekilmesinde bilimsel çalışmalar önemli bir rol üstlenmiştir. c) Çevreci hareketler: Yeşiller partisi gibi siyasi oluşlumlar ve çevreci derneklerin faaliyetleri çevre sorunlarını gündeme taşımaktadır.

Çevre hukukunun kaynaklarını iki başlık altında ele almak mümkündür. Bunlar, ulusal kaynaklar ve uluslararası kaynaklardır.Ulusal kaynaklar kapsamına, anayasal düzenlemeler, yasal düzenlemeler ve diğer düzenlemeler girmektedir. TC Anayasası’nın 56. maddesi çevrenin korunmasına ilişkin anayasal düzenlemeye, Çevre Kanunu (1983), Biyogüvenlik Kanunu (Mart 2010) ve Orman Kanunu (1956) yasal düzenlemelere, Yer altı Suları Tüzüğü, ÇED Yönetmeliği ve Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair Yönetmelik yasaaltı düzenlemelere örnektir. 

Çevre hukukunun uluslararası kaynaklarının kapsamına ise, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Kyoto Protokolü ve Ramsar Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmelerin yanı sıra uluslararası teamül hukuku girmektedir.  Bununla birlikte, çevrenin korunmasına ilişkin hukuki metinlerde iki farklı yaklaşım benimsenmektedir.

 i- Antroposentrik yaklaşım: Çevrenin korunmasında temel hareket noktası olarak insanı esas alan yaklaşımdır. Bu yaklaşım, çevrenin korunmasında insan menfaatlerini ön plana alıp, insana diğer çevresel varlıklar karşısında bir üstünlük tanımaktadır. TC Anayasası md. 56’da da bu tür bir yaklaşım benimsenmiştir: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.”

i- Ekosentrik yaklaşım: İnsanın doğa üzerindeki hakimiyetini esas alan antroposentrik yaklaşıma bir tepki olarak doğmuştur. Bu yaklaşım, insanlar da dahil tüm varlıkların yeryüzünde yaşam topluluğunun eşit düzeydeki öğeleri olduğu ve insanların diğerlerinden üstün olmadığına dayanmaktadır. Bu yaklaşım, çevresel varlıkların insanlar için değil sırf kendileri için korunması gerektiğinden hareket etmektedir. 

Çevre hukukunun temel özellikleri ise şunlardır: 

a) Yeni bir alan olması: Çevre hukuku, bilhassa 70’li yıllardan itibaren gelişmiş bir alandır. Her ne kadar sanayi devriminden önce belli bazı çevresel öğelerin kirletilmesine karşı bazı düzenlemeler kabul edilmişse de, bunlar sektörel nitelikte olup ve belli bir yaklaşım ve sistematikten yoksundular. Özellikle 1972 Stockholm Konferansı’ndan sonra çevre hukuku bağımsız bir alan olarak ortaya çıkmıştır. Çevre hukukunun gelişiminde bilhassa Birleşmiş Milletler düzeyindeki gelişmelerin etkili olduğunu belirtmek gerekir. 1972 yılında yapılan Stockholm Zirvesi haricinde, 1982 yılında Dünya Doğa Şartı kabul edilmiş, 1992 yılında yapılan Rio Konferansı’nda ise Rio Bildirgesi, Gündem 21, BM İklim Değişikliği çerçeve Sözleşmesi, BM Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi ve Orman İlkeleri kabul edilmiştir. 2002 yılında ise Johannesburg Konferansı düzenlenmiştir.

b) Düzenleyicilik: Çevre hukukunun temel amacı, çevreyi hukuk kuralları ve hukuksal düzenlemelerle korumaktır. Çevre hukuku bu bağlamda, çevrenin korunmasına yönelik düzenlemeler yoluyla kişi ve kuruluşların faaliyetlerine sınırlar getirmekte, çevrenin korunması bakımından ihtiyaç duyulan yapıları  oluşturmakta ve öngördüğü düzenlemelerle kişi ve kuruluşların davranışlarına yön vermeye çalışmaktadır. 

c) Yasaklayıcılık: Çevre hukukunun diğer bir özelliği, çevreye zarar veren faaliyetleri yasaklaması ve müeyyideye bağlamasıdır. Çevre hukuku bu şekilde, olası çevresel zararların önüne geçmeyi amaçlamaktadır.

d) Evrensellik: Çevre hukuku, çevre sorunlarının küresel ve sınır tanımayan nitelik taşıması nedeniyle evrensel bir yaklaşımı benimsemektedir. 

e) Disiplinlerarasılık: Çevre hukuku, hem diğer hukuk dallarıyla (idare hukuku, anayasa hukuku, uluslararası hukuk, özel hukuk, ceza hukuku) hem de diğer bilim dallarından özellikle ekoloji, ekonomi, biyoloji ve kimya ile sıkı bir bağlantı içindedir.

Diğer bilimlerle ilişkisi: Çevre hukuku başta ekoloji olmak üzere biyoloji, fizik, kimya, ekonomi ve sosyoloji gibi dallarla yakın bir ilişki içindedir. Çevre hukukuna ilişkin normların hazırlanmasında özellikle bu bilim dallarının sunduğu verilerin dikkate alınması gerekmektedir. Öte yandan bu bilim dallarının sunduğu verilerin uygulamaya aktarılarak anlam kazanması da hukuki düzenlemelerle gerçekleşmektedir. 

Ekoloji: Çevre hukukunun en sıkı ilişki içinde bulunduğu alanların başında ekoloji gelir. Bu yakın ilişki nedeniyle çevre hukuku ekolojik hukuk olarak nitelendirilmektedir. Çevre hukukunun temel ilkeleri, özellikleri ve araçları hep ekoloji biliminin sunduğu veriler ışığında yapılandırılmıştır. Ekoloji (eko- yuva, logos-bilim), canlıların birbiriyle ve yaşadıkları cansız ortamla ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekoloji biliminin en önemli kavramlarından biri olan ekosistem ise,  belirli bir alanda bulunan canlılar ile bunları saran cansız çevrelerinin karşılıklı ilişkileri ile meydana gelen ve süreklilik arz eden ekolojik sistemlerdir. Ekosistem dinamik ve bütünsel bir sistemdir. Ekolojinin içerdiği yaklaşım ve ilkeler, çevre hukukuna da yansımıştır. Doğanın bütünlüğü, doğaya yapılan her müdahalenin bir bedelinin olduğu ve doğaya yapılan müdahalelerde sınırın aşılması durumunda doğanın geri tepeceği bu ilkelerden bazılarıdır.  

Diğer hukuk dallarıyla ilişkisi: Geleneksel hukuk dallarının etkisi özellikle çevre hukukunun doğuş yıllarında ağırlıklı olmuş, çevre hukukun kendine özgü esaslarının oluşması ile bu etki zamanla zayıflamıştır. Çevre hukuku, kamu hukuku ve özel hukuk dallarıyla girdiği ilişki sonucunda, bu alanların özelliklerini sorgulayarak kendine has ilke ve müesseseler oluşturmuştur. 
İdare hukuku: Çevre hukuku esasen idare hukukuna bağlı bir hukuk dalı olarak ortaya çıkmıştır. Çevre hukuku bu bağlamda, büyük ölçüde idare hukukunun kural ve araçlarından faydalanmaktadır. Ancak çevre hukukunun idare hukukunun bazı ilke ve müesseselerini sorgulayarak bunları kendi bünyesine uygun hale getirdiği de unutulmamalıdır. Çevre hukukunun idare hukuku üzerindeki etkisi,  idari yargıda davacı olabilme, kamu yönetiminde açıklık ve kamusal kararların alınmasına katılım gibi konularda belirgindir.

Anayasa Hukuku: Çevre hukuku aynı şekilde anayasa hukukunun bazı ilke ve müesseselerini bünyesine aktarmış, bazılarını ise sorgulayarak kendine özgü hale getirmiştir. Çevre hukuku bilhassa, hak kavramı, devletin görev ve yetkileri ve hakların çatışması durumunda gözetilecek denge gibi konularda anayasa hukukunda değişikliklerin yaşanmasına neden olmuştur.

Ceza Hukuku: Çevrenin etkili bir şekilde korunması amacıyla ceza normlarına başvurulması çevre hukukunun başvurduğu yöntemlerden bir diğeridir. Bu bağlamda, çeşitli ülkelerin ceza kanunlarında çevre suçlarına yer verildiği görülür. 

Özel hukuk: Çevre hukukunun özel hukuka başvurduğu alanların başında çevresel sorumluluk gelmektedir. Çevre hukuku bunun haricinde, özel hukuktaki mülkiyet anlayışında değişiklikler getirmiştir. 

B. Çevre Hukukunun Temel İlkeleri

Sürdürülebilir kalkınma, ihtiyat ilkesi, kirleten öder ilkesi, entegrasyon ilkesi, önleme ilkesi ve katılım ilkesi çevre hukukunun temel ilkelerini oluşturmaktadır. Çevre hukukuna temel oluşturan bu ilkeler, çevre hukukunun bağımsız bir dal olarak gelişmesinde ve kendine özgü bir karakter kazanmasında önemli bir rol üstelenmektedir. Bu ilkeler, bir bütünlük ilişkisi içinde yer almakta olup birbirini tamamlayıcı niteliktedir.  Bu ilkeler, gerek ulusal gerek bölgesel gerekse de uluslar arası birçok metne yansıtılmıştır. Çevrenin korunmasını konu edinen yasaların hazırlanması sürecinde bu ilkelerin göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Bu ilkeler ayrıca, yargı organları dahil olmak üzere tüm kamu makamları için bir kılavuz işlevi görmektedir. 

1. Sürdürülebilir Kalkınma

Çevre ve doğa ile barışık bir kalkınma modelini öngören sürdürülebilir kalkınma, geleneksel kalkınma yöntemlerinin doğa ve çevre üzerinde yarattığı tahribata bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Sürdürülebilir kalkınma kavramına ilk defa BM Dünya Doğa Şartı’nda (1982) yer verilmiş, BM’nin Ortak Geleceğimiz raporunda (1987) ise bu ilke ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. Ortak Geleceğimiz raporunda, çevre sorunlarının insan refahını ve dünyadaki yaşamı tehdit ettiği, bu bakımdan sürekli ve dengeli bir kalkınmaya ihtiyaç duyulduğu, ancak bu kalkınma politikasında bugünün ihtiyaçları karşılanırken gelecek nesillerin ihtiyaçlarından taviz verilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Bunun için ise, sürdürülebilir kalkınmaya dayanan bir adalet anlayışı gerekli olduğuna vurgu yapılmıştır. Genel olarak ekonomik büyüme ile doğal kaynakların korunması arasında bir denge kurulmasını öngören sürdürülebilir kalkınma ilkesi, şimdiki kuşakların ihtiyaçlarının gelecek kuşakların kendi gereksinim ve beklentilerini karşılayabilme yeteneğini tehlikeye düşürmeden karşılanması düşüncesine dayanmaktadır. Sürdürülebilir kalkınma ilkesi bu bağlamda, ekosistemlerin taşıma kapasitesini dikkate alan bir ekonomik büyüme modelini hedeflemektedir. Sürdürülebilir kalkınma ilkesi ekonomik, ekolojik ve sosyal gelişmenin ayrılmaz bir şekilde bir bütün oluşturduğundan hareket etmektedir. Petrol gibi yenilenemeyen enerji kaynakları yerine yenilenebilir enerji kaynaklarının tercih edilmesi sürdürülebilir kalkınma ilkesinin hayata geçirilmesini sağlayan yöntemlere örnek teşkil etmektedir.   

2. Kirleten Önder İlkesi

Almanya’da illiyet ilkesi olarak adlandırılan kirleten öder ilkesi genel olarak, çevresel zararlara neden olan kişilere sebep oldukları zararlarla mücadelenin bedelinin ödettirilmesini amaçlamaktadır. Kirleten öder ilkesi bu bağlamda, çevresel kirlenmeden kimin sorumlu tutulacağını ve bu sorumluluğun nasıl gerçekleştirileceğini açıklamaya çalışmaktadır. Bu ilke, ilk defa 1972 yılında OECD tarafından kabul edilmiş ve çevre kirliliğinin önlenmesinin yollarından biri olarak ileri sürülmüştür. Kirleten öder ilkesi başka bir deyişle, piyasa ekonomisinin ilkelerinin çevresel zararlara neden olan faaliyetlere uygulanarak, çevresel kirliliğin mali bedelinin karşılanmasına yönelik bir araçtır. Kirleten öder ilkesi, kirletenlere sebep oldukları kirlilikle mücadelenin bedelinin ödettirilmesinin yanı sıra, çevresel zararlara neden olan kişileri bu zararları azaltmaya ve daha az zararlara neden olacak yöntemler bulmaya da teşvik etmektedir. Kirleten öder ilkesinin karşıtı ise, kirlilikle mücadele nedeniyle oluşan bedellerin toplum tarafından karşılanmasını öngören toplum öder ilkesidir. Kirleten öder ilkesine yöneltilen başlıca iki eleştiri vardır: a) Parası olan kişiler kirlilikle mücadelenin maliyetini tüketiciye yansıtarak kirletme hakkını satın almış olurlar, bu durum çevrenin zarar görmesinin engellenmesi amacı ile bağdaşmamaktadır. b) Bu ilke kirlenmenin önlenmesi, sınırlanması ve kirlenme ile mücadelenin masraflarının kirletene yüklenmesine dayanmakta ise, fiyatı belirlenemeyen çevresel unsurların fiyatı nasıl belirlenecek? Kirleten öder ilkesinin hayata geçirilmesine yönelik yöntemlerin en önemlileri ise, kirlilik ücretleri, çevre vergileri, kirlilik sigortası ve teşviklerdir. 

3. İhtiyat İlkesi

İhtiyat İlkesi, 1970lerde ilk defa Almanya’da uygulamaya aktarılmış bir ilkedir.  İhtiyat ilkesi, bir faaliyetin çevre açısından olumsuz neticeler doğuracağı hususunda ciddi bir şüphenin var olması halinde bilimsel bir kanıtın ortaya çıkışı beklenmeden önleyici tedbirlerin alınmasını öngörmektedir. İhtiyat ilkesinin ortaya çıkmasındaki en önemli etken bilimsel belirsizliktir. Elde kesin bir delil bulunmadığından dolayı çevreye zararlı olduğu ispatlanana kadar bir faaliyetin zararsız olduğunu kabul etmek, çevrenin korunması hususunda alınması gereken tedbirler bakımından ciddi bir engel teşkil edecektir. Zira bir faaliyetin veya maddenin çevreye zararlı olduğunun ispatlanmasından sonra tedbir alınması, bu konuda geç kalınmış olması sonucunu doğurabilecektir. İhtiyat ilkesi, bilimsel belirsizliğin ihtiyat ile risk arasında bir tercih yapılmasını gerektirdiği hallerde devreye girmekte, bilimsel belirsizliğin getirdiği riskin yüksek olduğu ve zarar tehdidinin giderilmez olduğu durumlarda, çevresel değerlere öncelik tanınarak çevresel riski oluşturan faaliyetlere söz konusu zarar ortaya çıkmadan önce engel olunmasını amaçlamaktadır. İhtiyat ilkesi bu bağlamda, bilimsel belirsizlik olgusunun çevreyi korumak için girişimlerde bulunmamanın bir gerekçesi olarak kullanılmasının önüne geçmeyi amaçlamaktadır. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere, zarar tehdidi, bilimsel belirsizlik ve koruma tedbirleri ihtiyat ilkesinin içeriğini belirleyen temel öğelerdir. İhtiyat ilkesinin uygulamaya aktarılmasına yönelik başlıca araçlar, a) Yasaklama, b) sıkı koşullara bağlanmış izin sistemi, c) ispat yükün tersine çevrilmesi ve d) karar alma usullerinde değişikliktir. İhtiyat ilkesi, günümüzde bilhassa GDO’lu ürünlere izin verilmesi ve baz istasyonlarına ruhsat verilmesine ilişkin karar süreçlerinde önem kazanmaktadır.

4. Önleme İlkesi

Korumak tedavi etmekten iyidir şeklinde özetlenebilecek düşünceye dayanan bu ilke, çevre üzerinde olumsuz sonuçlar doğurabilecek faaliyetlerin olabilecek en erken aşamada engellenmesini amaçlamaktadır. Koruyucu hekim mantığına dayanan bu ilke uyarınca ilgili makamlar, henüz çevresel sorunlar ortaya çıkmadan harekete geçerek, çevresel tehditleri bertaraf etmelidir. Önleme ilkesi bu bağlamda, mevcut çevresel sorunların giderilmesi ile değil, aksine bu sorunlar henüz ortaya çıkmadan evvel öncelikle engellenmesi ile ilgilidir. Önleme ilkesi, çevre sorunlarının ortaya çıkmasından önce alınacak tedbirler bu sorunların ortaya çıkmasından sonra tedbir alınmasından daha akılcı ve ekonomiktir anlayışı üzerine kuruludur. Önleme ilkesi, bir bakıma ihtiyat ilkesinin çekirdeğini oluşturmaktadır. Bununla birlikte, önleme ilkesinin etkisi ihtiyat ilkesine göre daha düşüktür. Zira önleme ilkesi, mevcut bir çevresel tehlikenin söz konusu olması halinde uygulama alanı bulurken, ihtiyat ilkesinde çevresel bir tehlikenin olması önemli olmayıp, potansiyel bir zarar riskinin öngörülebilmesi yeterlidir.

5. Entegrasyon İlkesi

Bütünleyicilik ilkesi olarak da adlandırılan entegrasyon ilkesi, iki başlık altında ele alınabilir. Dış entegrasyon çevre koruma gereklerinin diğer politika alanlarının şekillenmesi ve yürütülmesinde dikkate alınmasını öngörmekte iken, iç entegrasyon bir madde veya bir faaliyetin yalnızca belli bir çevresel öğe üzerinde değil bir bütün olarak çevre bağlamında doğuracağı etkilerin göz önünde tutulmasını gerekli kılmaktadır. Dış entegrasyon bu bağlamda, diğer politikaların saptanmasında ve sektörel faaliyetlerin yürütülmesinde çevrenin korunmasının da dikkate alınmasını ve bu politika ve faaliyetlerde (tarım, ticaret, ulaştırma v.s.) çevre politikası ile ilgili uyumlulaştırma ve değişikliklerin yapılmasını öngörmektedir. İç entegrasyon ise, sadece belli çevresel öğelerin diğer öğelerden yalıtık bir şekilde korunmasını öngören sektörel yaklaşımın terk edilerek, çevrenin bütüncül bir şekilde korunmasını benimseyen bir bütüncül yaklaşımın uygulanmasını gerektirmektedir.  

6. Katılım İlkesi

Çevre hukukunun dayandığı diğer bir ilke olan katılım ilkesi, bireylerin çevresel yönetim sürecinde rol oynamaları, etkide bulunmaları ve böylece kendi yaşamlarını şekillendirecek bu süreci yönlendirmelerini öngörmektedir. Katılım, çevresel kararların demokratik meşruiyetini ve etkililiğini artırmanın yanı sıra, halka idari kararların alınması ve yürütülmesi sürecinde denetleme imkanı sağlamakta, devlet idaresinde şeffaflığı artırmakta, ayrıca ilgili idari birime kararlarına temel oluşturacak sağlam bilgilere erişme olanağı sağlamakta ve idari kararların yerel koşulların da göz önünde bulundurularak alınmasını sağlamaktadır. Katılım, halkın karar alım sürecine katılımı, planlama sürecine katılımı, yürütme ve uygulama sürecine katılımı, izleme sürecime katılımı, kontrol ve denetleme sürecine katılımı şeklinde gerçekleşebilir. Halkın katılımının hayata geçirilmesi ise, kişilere çevresel bilgiye erişim olanağının tanınması ile mümkündür. Çevresel bilgilere erişim hakkı, bu bağlamda katılım hakkının ön koşuludur.  Aarhus Sözleşmesi, çevresel katılım bağlamında önem arz eden en önemli uluslararası antlaşmadır. Ülkemiz bu antlaşmaya henüz taraf değildir. ÇED Yönetmeliği, halkın katılımına ilişkin ayrıntılı hükümlere yer veren ulusal bir düzenlemedir. Bu bağlamda önem arz eden diğer bir düzenleme 2004 yılında yürürlüğe giren Bilgi Edinme Hakkı Kanunu’dur.  

C. Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED)

1. Kavram ve Genel Çerçeve

Çevresel etki değerlendirmesi (ÇED), günümüzde çevre hukukunda dünya ölçeğinde geniş bir kabul görmüş, bir çok ülkenin ulusal mevzuatında yerini bularak uygulamaya aktarılmış teknik bir araçtır. ÇED, belirli bir faaliyetin çevre üzerinde doğurabileceği etkilerinin tespit edildiği, tanımlandığı ve değerlendirildiği çok sayıda aşamayı kapsayan ve değişik zaman dilimlerine  yayılmış olan bir süreçtir. ÇED, çevreye önemli etkileri olabilecek faaliyetlerle ilgili projelerin planlama aşamasından itibaren faaliyetin inşaat, işletme ve sona erdirilmesinden sonra ortaya çıkarabileceği potansiyel etkilerinin, sosyal sonuçlarını ve bu faaliyetin alternatif çözümünü de kapsayacak şekilde, projenin onay aşamasından önce bilimsel yöntem ve tekniklerle analiz ve değerlendirilmesi, varsa olumsuz etkilerinin önlenmesi ve gerekli tedbirlerin belirlenmesi, projenin tüm uygulama aşamasında bu etkilerin ve tedbirlerin izlenmesi ve denetlenmesi sürecidir. Bu süreç tek başına bir karar verme süreci değildir; ÇED karar verme süreci ile birlikte gelişen ve onu destekleyen bir süreçtir. ÇED, bir faaliyet ile ilgili karar veren makamlara o faaliyetten doğabilecek çevresel etkileri karar aşamasından önce bildirmek suretiyle daha bütünsel, yani kararlarına etki edebilecek birden çok faktörü göz önünde tutacak şekilde daha sağlıklı karar verme imkanı sağlar.

ÇED’in temel amacı, ekonomik ve sosyal gelişmeye engel olmaksızın çevresel değerleri ekonomik politikalar karşısında korumak, öngörülen bir faaliyetin ortaya çıkarabileceği bütün olumlu ve olumsuz etkileri önceden tespit edip gerekli önlemlerin alınmasını sağlamak, çevresel etkilerin kabul edilemeyecek bir durumda olduğu hallerde ise bu faaliyetlerin önlenmesidir. ÇED, bu bağlamda ekolojik ve ekonomik politikaları uzlaştırmayı hedefleyen bir araçtır. Ayrıca, ÇED planlanan faaliyetlerin potansiyel olumsuz etkilerini önceden tespit ederek çevresel zararların ortaya çıkmasını olabilecek en erken aşamada engellemeyi hedeflediği için, çevre hukukunun temel prensiplerinden olan önceden önleme ilkesini etkin şekilde hayata geçirmektedir. Bunun dışında, ÇED sürecinin anahtarı olarak görülen halkın katılımı, yurttaşları idari karar alma sürecine katarak geleneksel kamu yönetimi anlayışı karşısında yeni bir paradigmayı temsil etmektedir. ÇED bu özellikleri ile katılımcı, önleyici, bütünleştirici, öngörücü ve disiplinlerarası bir yönetim aracı olarak çevre hukukunda kilit bir rol üstlenmektedir. ÇED ile ilgili olarak dikkat çekilmesi gereken bir nokta, ÇED’in yalnızca projeler bakımından uygulanma imkanına sahip olduğudur. Bu nedenle, ÇED’in plan, politika ve programlar bakımından uygulanma olanağı bulunmamaktadır. 

ÇED bağımsız bir hukuki enstrüman olarak ilk kez Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmıştır. 1960’lı yıllar boyunca kirlilik ve diğer çevre sorunlarının karmaşık ve birbiriyle ilişkili yapısının farkına varılması ve çevre sorunların ancak bütünsel bir yaklaşımla çözülebileceğinin anlaşılması, 1969 yılında ABD yasama organlarını Ulusal Çevre Politikası Kanununu (NEPA)  hazırlamaya itmiştir.  ÇED bağımsız hukuki bir araç olarak ilk defa bu kanunda yer almıştır. ABD’deki bu gelişmeler dünyada çok kısa bir sürede yankısını bulmuştur. ÇED 1970’li yıllardan itibaren gerek AB ülkelerinde, gerekse dünyanın diğer ülkelerinde çevre koruma politikasının etkin bir aracı olarak yerini almıştır. Bu gelişmelerin uluslararası alandaki yansıması olarak 1991 yılında kısaca ESPOO Sözleşmesi olarak anılan Sınırötesi ÇED Sözleşmesi kabul edilmiştir. AB üyesi devletlerdeki ÇED uygulamalarının hukuki temelini ise 1985 yılında kabul edilen ÇED Yönergesi oluşturmaktadır.   

ÇED’in ülkemizde hukuki bir statüye kavuşması, 1983 yılında kabul edilen Çevre Kanunu’na rastlamaktadır. Her ne kadar bu yasanın 10. maddesinde gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetler sonucunda çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmelerin ÇED raporu hazırlayacağı ve ÇED’in uygulanmasına ilişkin usul ve esasların bir yönetmelikle düzenleneceği belirtilmişse de, ilk ÇED Yönetmeliği ancak 7.2.1993 tarihinde kabul edilmiştir. Bu yönetmelik,  uygulamada ortaya çıkan sorunların giderilmesi, etkin ve evrimli uygulanmasının sağlanması amacıyla 1997, 2002 ve 2003 yılında revize edilmiş ve son olarak 17 Temmuz 2008 tarihinde yeni bir ÇED Yönetmeliği kabul edilmiştir. 2008 yılında kabul edilen bu yönetmelik Türkiye’deki ÇED uygulamalarına ilişkin esas hukuki düzenleme niteliğinde olup, ÇED uygulamalarına ilişkin esas ve usulleri barındırmaktadır. 34 madde ve 5 ekten oluşan bu yönetmelik, Çevre Kanunu’nun 10. maddesine dayanılarak kabul edilmiştir. Çevre Kanunu’nun 10. maddesi şu şekildedir:  “Gerçekleştirmeyi plânladıkları faaliyetleri sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler, Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu veya proje tanıtım dosyası hazırlamakla yükümlüdürler. Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu Kararı veya Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir Kararı alınmadıkça bu projelerle ilgili onay, izin, teşvik, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez; proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez. Petrol, jeotermal kaynaklar ve maden arama faaliyetleri, Çevresel Etki Değerlendirmesi kapsamı dışındadır. Çevresel Etki Değerlendirmesine tâbi projeler ve Stratejik Çevresel Değerlendirmeye tâbi plân ve programlar ve konuya ilişkin usûl ve esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmeliklerle belirlenir.”

2. ÇED’in Usul Aşamaları

ÇED farklı aşamalardan oluşan bir süreçtir. Bu aşamalar, ön inceleme, kapsam belirileme, değerlendirme, halkın katılımı, karar verme ve izleme evreleridir.
- Ön inceleme: Bu aşama, ÇED’in zorunlu olup olmadığının belirlendiği evredir. ÇED Yönetmeliği’nin 7. maddesi uyarınca, a) EK-I listesinde yer alan projeler, b) Seçme Eleme Kriterlerine tabi olup "Çevresel Etki Değerlendirmesi Gereklidir" kararı verilen projeler,             c) Bu Yönetmelik kapsamında ya da kapsamı dışında bulunan projelere ilişkin kapasite artırımı ve/veya genişletilmesi halinde, kapasite artışı toplamı bu Yönetmeliğin EK-I’inde belirtilen eşik değer veya üzerindeki projeler, ÇED’e tabi olup, bu projeler için Çevresel Etki Değerlendirmesi Raporu hazırlanması zorunludur.

- Kapsam belirleme: Bu aşamada esas olarak ÇED sürecinin sonunda hazırlanması planlanan raporun içeriği belirlenmektedir. ÇED Yönetmeliği’nde bu raporda nelerin bulunacağı, bunların nasıl gerçekleştirileceği bir format olarak hazırlanmıştır. Bu bağlamda kapsam belirleme evresinde, EK-III’te yer alan çevresel etki değerlendirmesi genel formatındaki konuların detaylandırılması gerekmektedir.

- İnceleme: İnceleme aşaması, ÇED sürecinin en önemli evrelerinden biridir. Bu evrede öncelikle, ÇED raporunun özel formata uygun olup olmadığı ve yetkili kişilerce hazırlanıp hazırlanmadığı incelenir. Uygun olmayan raporlar reddedilirken, uygun görülenler İnceleme Değerlendirme Komisyonu’na gönderilir. Bu komisyon, raporun yeterliliğini, rapordaki bilgilerin sağlam verilerle desteklenip desteklenmediğini, olası etkilerin kapsamlı bir şekilde saptanıp saptanmadığını, gerekli önlemlerin belirlenip belirlenmediğini ve halkın katılımı toplantısının usulüne uygun yapılıp yapılmadığını inceler ve inceleme sonuçlarını bir tutanakla tespit eder. 

- Halkın katılımı: Halkın katılımı, ÇED sürecinin kesinlikle olması gereken en önemli bileşenlerinden biridir. Halkın katılımı evresi, yönetmeliğin 9. maddesinde oldukça ayrıntılı bir şekilde düzenlenmiştir. ÇED raporu hakkında inceleme değerlendirme sürecinin başlamasıyla birlikte raporun halkın görüşlerine açılması gerekmektedir. Yazılı olarak bildirilen veya bir önceki aşamadaki halkın katılımı toplantısında açıklanan görüşlerin komisyon tarafından yönetmeliğin 11 ve 12. maddeleri uyarınca ÇED raporunun değerlendirilmesi sırasında dikkate alınması ve rapora yansıtılması zorunludur. 

- Karar aşaması: ÇED raporlarının hazırlanmasından sonra bu raporlar Çevre ve Orman bakanlığına sunulur. Böylece, ÇED raporu hakkında en son kararın verilmesi aşaması başlar. Bakanlık tarafından ÇED olumlu kararı verilmesi, projenin çevre üzerindeki etkilerinin rapor ve eklerinde belirlenen esaslar çerçevesinde kabul edilebilir olduğu anlamına gelirken, ÇED olumsuz kararı bu etkilerin kabul edilemez olduğu anlamına gelir. Kararların doğal bir sonucu olarak proje sahibi ilk durumda ekleri dahil rapordaki esaslara uymak ve ilgili diğer izinleri almak şartıyla gerçekleştirebilir. İkinci durumda ise, proje sahipleri bu izinleri alamaz ve projesini gerçekleştiremez. Nitekim Çevre Kanunu’nun 10. maddesinin 3. fıkrasında, “Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu Kararı veya Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir Kararı alınmadıkça bu projelerle ilgili onay, izin, teşvik, yapı ve kullanım ruhsatı verilemez; proje için yatırıma başlanamaz ve ihale edilemez” hükmüne yer verilmiştir.  Bu bağlamda ÇED süreci sonunda verilen kararın ilgili projenin akıbetini belirlediğini ifade etmek gerekir. 

- İzleme ve denetim: ÇED raporunun hazırlanması ve Bakanlığın kararını vermesi ile ÇED süreci tamamlanmaz. Bunun dışında izin verilen projelerin taahhütlerine uygunluğunun ve belirlenen önlemlerin alındığının  denetlenmesi gerekmektedir. İzleme ve denetleme hususu, ÇED Yönetmeliğinin 18. maddesinde düzenlenmiştir. 19. maddede ise, taahhüt edilen hususlara uyulmadığının tespit edilmesi durumunda söz konusu taahhütlere uyulması için projeyle ilgili Bakanlıkça/Valilikçe bir defaya mahsus olmak üzere süre verileceği, bu süre sonunda taahhüt edilen hususlara uyulmaz ise yatırımın durdurulacağı ifade edilmiştir. 

D. Çevre Hakkı ve Çevrenin Anayasal Düzlemde Korunması

Çevrenin korunmasına ilişkin hükümlerin anayasalara konulma girişimlerinin geçmişi yetmişli yılların başına kadar uzanır. Çevrenin korunmasına ilişkin hükümlere anayasal metinlerde yer verilmesi birçok açıdan önem arz etmektedir. Normlar hiyerarşisinde önde gelen ve herkesi bağlayan temel belgeler niteliğinde olmalarından dolayı anayasal düzenlemelerin etki alanı ve öngördüğü hukuki güvence yasama organı tarafından kabul edilen diğer düzenlemelere göre daha geniştir. Çevrenin korunmasına ilişkin bir düzenlemenin anayasada yer alması, her şeyden önce çevresel varlıkların anayasal bağlamda korunan değerler olduğuna delil teşkil edecektir. Böylelikle çevresel değerler, Anayasada düzenlenmiş diğer menfaatlerle aynı düzeyde ele alınma imkanına sahip olacaktır. Bu durum, çevresel varlıkların korunmasının söz konusu olduğu durumlarda anayasada yer alan temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasını mümkün kılacaktır. Çevrenin anayasal düzeyde korunan bir değer olarak düzenlenmiş olması bunun yanı sıra, yasama, yürütme ve yargı organlarının devlet fonksiyonlarını yerine getirirken, çevresel varlıkların korunmasına ilişkin hususları dikkate almaları gereğini doğuracaktır. Bu durum iki bakımdan önem arz eder: Birincisi, yasama organı çevrenin korunması için gerekli düzenlemeleri yapma konusunda anayasal yükümlülük altına girecektir. İkinci olarak, hukuki boşlukların söz konusu olduğu hallerde anayasal düzenleme gerek yargı mercileri gerekse de idari birimler için, kararlarını verirken bir rehber ilke işlevi görecektir.

Anayasal metinlerde yer verilen bu düzenlemeleri başlıca üç kategori altında toplayabiliriz. İlk kategori, anayasalarında açık bir şekilde çevre hakkına yer veren anayasalardır. Bu tür anayasaların genellikle herkesin çevre hakkına sahip olduğu şeklindeki ibareleri içerdiği görülür (örn. İspanya, Norveç). Bu tür anayasalarda çevre hakkı belirtilirken, çevrenin niteliğini belirleme gayesiyle genellikle “sağlıklı, dengeli, temiz veya düzenli” gibi niteleme sıfatlarının da eklenmiş olduğu göze çarpmaktadır.
Diğer bir anayasal düzenleme tarzı, çevre hakkının varlığını ilk kategorideki gibi açık bir şekilde belirtmemekle birlikte, onu anayasada yer alan diğer klasik haklarla (sağlık hakkı, mülkiyet hakkı, kişiliğin korunması, yaşama hakkı vs.) bağlantı kurarak ifade etmedir. 1982 tarihli Anayasadaki düzenleme de bu bağlamda değerlendirilebilir. Zira bu anayasamızda çevrenin korunması ile ilgili düzenlemeler, Anayasasının 56. maddesinde ve “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” bölümünde, “Sağlık Hizmetleri ve Çevrenin Korunması” başlığı altında yer almaktadır. 1982 Anayasasının 56. maddesindeki düzenleme şu şekildedir: “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir.” Anayasamızın bu hükmünde çevre hakkına doğrudan doğruya ve açıkça değinilmemektedir. Zira ilgili maddede çevre için bir hak veya çevre hakkından söz edilmemekte, asıl olarak yaşam hakkı vurgulanmaktadır.

Son kategori ise, çevre hakkından doğrudan veya dolaylı bir biçimde bahsedilmeksizin, çevrenin korunmasının devletin bir ödevi olduğunu dile getiren ve devlet organlarına yol gösterecek olan genel bir norma veya rehber ya da temel ilkeye anayasada yer verilmesidir. Çeşitli ülkelerdeki anayasal düzenlemeler göz önünde bulundurulduğunda, bu seçeneğin ilk ve ikinci kategorilere göre en yaygın biçimi oluşturduğu görülür (örn. Yunanistan, Çin, İtalya, Almanya).

Çevrenin korunmasına ilişkin anayasal düzenlemelerin tasnifinde belirleyici bir rol üstlenen çevre hakkı, en genel anlamıyla çevrenin korunmasını ve geliştirilmesini amaç edinen bir haktır. Çevre hakkı, son yıllarda uluslararası belge ve ulusal anayasalara girmiş ve çevresel bozulmaya karşı en etkili ve önemli hukuksal araçlarından biri olarak görülmüştür. 1972 yılındaki Stockholm Konferansı çevre hakkının bir insan hakkı olarak ulusal ve uluslararası metinlere girmesinde bir dönüm noktası olmuştur. Bu konferans sonunda kabul edilen bildirinin ilk maddesinde; “İnsan, onurlu ve iyi bir yaşam sürmeye olanak veren nitelikli bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları temel hakkına sahiptir” ilkesi yer almıştır. Böylelikle uluslararası bir bildiride ilk kez, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkından bahsedilerek, çevre hakkı kabul edilmiştir. Stockholm Konferansı’ndan itibaren çevre hakkı, insan hakları alanında ayrı bir hak olarak tanımlanmaya başlanmış; gerek uluslararası anlaşma ve belgelerde, gerekse de ulusal alanda anayasal ve değişik yasal düzenlemeler içinde yerini almıştır.

Çevrenin herkesin ortak varlığı olduğu düşüncesine dayalı eşitlik ilkesi temelinde yükselen bir hak olan çevre hakkı, doğayı sömürü değil uyum temelinde bugünkü ve gelecek kuşaklar için yaşamaya elverişli kılarak herkesin ondan eşit yararlanması hedeflemektedir.  Çevre hakkının bir insan hakkı olarak, insanın var olma ve yaşamını sürdürme hakkının ve de dolayısıyla diğer haklarının kullanılabilmesinin önkoşulu olduğunu ileri süren kesimler, çevre hakkı ve diğer haklar arasında ortaya çıkabilecek çatışmaların çevre hakkı lehine dengelenmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Klasik insan haklarının sunduğu imkânlar ile önlenemeyen çevreye yönelik ihlâllerin aşılmasında çevre hakkı, bu bakımdan çevrenin korunmasında ayrıcalıklı bir yer işgal etmektedir. 

Çevre hakkı, insan haklarının sınıflandırılması bağlamında üçüncü kuşak haklar kategorisi kapsamında yer almaktadır. İnsan hakları doktrinde genel olarak kabul gördüğü üzere birinci kuşak haklar, en önemlileri 1776 Amerikan ve 1789 Fransız İnsan Hakları Bildirgelerinde tanınan hak ve özgürlüklerdir. Bu haklar, devletin iktidarını sınırlamaya yönelik ve bireyi devlet yönetimine ortak etmeyi amaçlayan haklardır. Ekonomik, kültürel ve sosyal hakları kapsayan ikinci kuşak haklar ise, gerçekleşebilmeleri için devletin pozitif bir edimine gereksinim duyan haklardır. Dayanışma hakları olarak da adlandırılan üçüncü kuşak haklar ise, daha çok, bireyi ve devleti aynı sorumluluk altına sokan, gelecek kuşakları ve devleti ilgilendiren haklardır. Üçüncü kuşak hakların başlıca özelliği, bu haklardan kaynaklanan problemlerin tüm insanlığın dayanışma içinde çözebileceği, tek tek insanların ya da ülkelerin üstesinden gelemeyeceği sorunlar teşkil etmesidir.

II. Çevre Ceza Hukuku

A. Genel Olarak


Çevrenin korunması konusunda ceza hukukunun sunduğu olanaklardan faydalanma, çevrenin idare hukuku ve özel hukuk araçları ile korunmasına göre geç bir zamanda gerçekleşmiştir. Özellikle sanayileşmiş ülkeler, ceza hukukunun çevre alanına müdahalesini ilk kabul eden ülkeler olmuştur. Nitekim 80’li yılların başından itibaren Almanya, Finlandiya, Fransa, Belçika ve Hollanda gibi ülkeler ceza kanunlarına çevre suçlarını eklemiştir. 2000’li yıllardan itibaren geçerli olan genel eğilim ise, çevrenin korunmasına ilişkin mevcut cezai yaptırımların ağırlaştırılması, yeni cezai yaptırımların getirilmesi ve tüzel kişilerin cezai sorumluluk kapsamına alınması yönündedir.  

Çevrenin korunması konusunda ceza hukukuna başvurulmasındaki en önemli neden, idare hukuku ve özel hukukun çevrenin korunmasın konusunda sunduğu olanakların yetersiz kalmasıdır. Özel hukukunun bireyci olması ve bireysel menfaatleri ön planda tutması, tüm insanlığı ilgilendiren ve evrensel bir değer olan  çevrenin korunması konusunda yetersiz kalması sonucunu doğurmuştur. İdare hukukundaki yaptırımların ceza hukukunda öngörülen yaptırımların aksine caydırıcı olmayıp daha ziyade onarıcı olması ve çevreye zarar veren veya onu tehlikeye sokan fiillerin soruşturulması ve kovuşturulmasını yürüten idari makamların politik ve ekonomik güçlerin baskısı altında bulunması, idare hukukunun başlıca yetersizlik nedenleridir. Bu açıdan bakıldığında, çevrenin korunmasında ceza hukukuna başvurulması gerekliliğinin nedenlerini şu şekilde sıralayabiliriz: 

a) İnsan yaşamının önkoşulu olarak görülen çevrenin korunması gereken ortak bir değer seviyesine yükselmesi, bu temel değerin ceza normu ile korunmasını zorunlu kılmıştır. 

b) Özellikle idare hukuku ve özel hukukun sunduğu olanakların çevrenin korunmasında günümüzde yetersiz kalması, diğer hukuk dallarının yanı sıra çevrenin korunmasında ceza hukukunun da devreye sokulmasını gerekli kılmıştır. 

c) Ceza hukukunun caydırıcılık özelliği, failin daha baştan başına gelecek ağır neticeleri öngörüp çevreye karşı suçları gerçekleştirmekten vazgeçmesini sağlayacak ve bu şekilde ceza hukukunun önleme fonksiyonu hayata geçirilecektir. 

Çevre suçlarının temel özelliklerini ise şu şekilde sıralayabiliriz: 

a) Çevre suçları,  yapay suç kategorisine girer. Yani çevre suçları, toplumsal sözleşmenin ürünü olan sonradan oluşturulmuş suç biçimleridir. 

b) Çevre suçlarının belirli, açık ve doğrudan bir mağduru olmadığından çevre suçlarının mağdurunun tüm insanlık olduğu kabul edilmektedir.Yani çevre suçlarında mağdur toplumu oluşturan herkestir. 

c) Çevre suçları genellikle tüzel kişilerin faaliyetleri çerçevesinde işlenmektedir. Nitekim Avrupa Birliği düzeyinde yapılan bir araştırma çevre suçlarının % 70’inin şirketler tarafından işlendiğini ortaya koymaktadır. 

d) Çevre suçları, genellikle tehlike suçlarıdır. (Tehlike suçlarında bir zararın oluşması şart olmayıp, suçun konusunun tehlikeye uğratılması yeterlidir) 

e) Çevre suçları, sınır tanımaz niteliktedir. Bu durum, çevre sorunlarının sınıraşan özelliğinin bir sonucudur. 

f) Çevre suçlarında neticeler suçun işlenmesinden çok sonra ortaya çıkabilir ve bu suçların ortaya çıkardığı etkiler uzun sürebilir. Çevre suçlarında ayrıca suçun işlendiği anın tespiti çoğu kez güçtür. 

g) Çevre suçları, genellikle organize ve planlı işlenen suçladır(kaçak yapılaşma, yasak atık ticareti).

Çevrenin korunmasında ceza hukukuna başvurulmasının kendisiyle birlikte getirdiği bazı sorunlar da vardır. Bu bağlamda ortaya çıkan ilk sorun, idari izin ve yetkilendirmelere dayanılarak yürütülen faaliyetler sonucunda işlenen çevre suçlarında ortaya çıkmaktadır. İdarenin verdiği izin veya yetkilendirme bir hukuka uygunluk nedeni olarak mı ele alınacağı yoksa bu izin ve yetkilendirmenin varlığına rağmen çevrenin kirletildiği hallerin bağımsız olarak ele alınıp ceza sorumluluğuna mı gidileceği tartışmalıdır. Diğer bir sorun, çevreyi kirletici fiiller bakımından nedenselliğin belirlenmesinde ortaya çıkmaktadır. Çevresel kirliliğin çoğu kez kolektif olduğu ve kirliliğe ancak birden çok kişinin fiilinin neden olduğu düşünüldüğünde, çevresel zararın cezai sonuçlarının adil bir biçimde paylaştırılabilmesi için nedenselliğin doğru saptanması büyük bir önem taşımaktadır. Diğer bir mesele, tüzel kişilerin sorumluluğu konusundadır. Daha önce belirtmiş olduğumuz gibi çevre suçlarının büyük bir kısmı tüzel kişilerin faaliyetleri çerçevesinde işlenmektedir. Ancak tüzel kişilerin cezai sorumluluğunun kabulü ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine aykırılık teşkil edecektir. Çevre ceza hukuku uygulamasında karşılaşılan diğer bir sorun, polis ve idari birimlerin çevresel suçları adli birimlere sevk etme konusunda çekinik davranması ve yargıçların ceza verme konusunda tereddüt etmesidir. Bu bağlamda çevre suçlarının gerek adli, gerek kolluk gerekse de toplumun diğer kesimleri tarafından yeterince kavranmadığını belirtmek yanlış olmayacaktır.

B. TCK ve Çevreye Karşı Suçlar

Eski TCK’da çevre suçlarına yer verilmemiş iken, 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun ikinci kitabının Toplum Karşı Suçlar başlıklı üçüncü kısmında Çevreye Karşı Suçlar başlığı altında ilk defa çevre suçlarına yer verilmiştir. Bu bağlamda, 181. maddede çevrenin kasten kirletilmesi suçu, 182. maddede çevrenin taksirle kirletilmesi suçu, 183. maddede gürültüye neden olma suçu ve 184. maddede imar kirliliğine neden olma suçu düzenlenmiştir. Çevre suçlarının kendine özgü bir bölüm altında düzenlenmesi, korunan hukuksal yarar açısından çevrenin kirletilmesini başlı başına bir haksızlık değerine kavuşturmaktadır. Ayrıca, yeni TCK’nın 1. maddesinde çevrenin korunmasının bu kanunun amaçları arasında sayılması, kanun koyucunun bu değere verdiği özel önemi göstermektedir. 

TCK’nın Topluma Karşı Suçlar başlığını taşıyan üçüncü kısmının Genel Tehlike Yaratan Suçlar başlıklı birinci bölümünde ise, çevrenin korunması ile belli bir ilgiye sahip bazı suçlara yer verilmiştir. Bunlar, radyasyon yayma(md. 172), atom enerjisi ile patlamaya sebebiyet verme(md. 173) ve tehlikeli maddelerin izinsiz olarak bulundurulması veya el değiştirmesi(md. 174) suçlarıdır. Türk hukuk düzeninde doğal ve kentsel çevrenin korunmasına hizmet eden cezai düzenlemelere, ayrıca Umumi Hıfzısıhha Kanunu, Çevre kanunu, Su Ürünleri Kanunu ve Orman Kanunu gibi kanunlarda da rastlamak mümkündür. Bunun dışında Kabahatler Kanunu’nda da çevrenin korunması ile ilgili bazı kabahatlere yer verilmiştir. 

C. Çevrenin Kasten Kirletilmesi Suçu

1. Genel olarak

TCK’nın 181. maddesinde çevrenin kasten kirletilmesi başlığı altında şu hükme yer verilmiştir:

“ (1) İlgili kanunlarla belirlenen teknik usullere aykırı olarak ve çevreye zarar verecek şekilde, atık veya artıkları toprağa, suya veya havaya kasten veren kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. 

(2) Atık veya artıkları izinsiz olarak ülkeye sokan kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. 

(3) Atık veya artıkların toprakta, suda veya havada kalıcı özellik göstermesi hâlinde, yukarıdaki fıkralara göre verilecek ceza iki katı kadar artırılır. 

(4) Bir ve ikinci fıkralarda tanımlanan fiillerin, insan veya hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek niteliklere sahip olan atık veya artıklarla ilgili olarak işlenmesi hâlinde, beş yıldan az olmamak üzere hapis cezasına ve bin güne kadar adlî para cezasına hükmolunur. 

(5) Bu maddenin iki, üç ve dördüncü fıkrasındaki fiillerden dolayı tüzel kişiler hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmolunur.”

Bu düzenlemeden de anlaşılacağı üzere çevrenin kasten kirletilmesi suçu 181. maddede beş fıkra altında düzenlenmiştir. Maddenin 1. fıkrasında atık ve artıkların toprağa, suya ve havaya kasten verilmesi suçuna, 2. fıkrada ülkeye izinsiz olarak atık veya artıkların sokulması suçuna, 3. fıkrada atık ve artıkların toprağa, suya ve havaya kasten verilmesi suçunun nitelikli haline yer verilmiş, 4. fıkrada 1 ve 2. fıkralarda tanımlanan suçların konusunu oluşturan atık veya artıkların sahip olacağı bazı özelliklerin bu suçlar açısından daha ağır cezayı gerektiren ayrı bir nitelikli hal olarak kabul edilmiştir. Son olarak 5. fıkrada, tüzel kişiler hakkında güvenlik tedbirlerinin uygulanacağına yer verilmiştir. 

2. Atık veya Artıkların Toprağa, Suya ve Havaya Kasten Verilmesi Suçu

a) Suçun maddi unsurları

i) Suçun konusu: Bu suçun konusunu oluşturan çevre kavramı, çevre kanunun 2. maddesinde Canlıların yaşamları boyunca ilişkilerini sürdürdükleri ve karşılıklı olarak etkileşim içinde bulundukları biyolojik, fiziksel, sosyal, ekonomik ve kültürel ortam olarak tanımlanmıştır. Atık kavramı ise, herhangi bir faaliyet sonucunda oluşan, çevreye atılan veya bırakılan her türlü madde olarak tanımlanmıştır. Bir şeyin kullanıldıktan sonra geriye kalan kısmı anlamına gelen artık kelimesine ise Çevre kanunu’nun 2006 yılından önce geçerli olan metninde yer verilmiş iken, Çevre Kanunu’nun 2006 yılından beri geçerli olan metninde bu ibareye yer verilmemiştir. Uluslararası terminolojide de esasen yalnızca atık kavramına yer verilmekte, artık kavramı çevre hukuku terminolojisinde pek kullanılmamaktadır. Bunun haricinde, bu düzenlemede kullanılan hava, su ve toprak kavramlarının geniş yorumlanması gerekmektedir. Örneğin, su kavramının kapsamına yalnızca akarsuların ve göllerin değil, aynı zamanda denizlerin ve yer altı sularının da alınması gerekmektedir.

ii) Fiil: Fiil, atık veya artıkların toprağa, suya ve havaya verilmesinden ibarettir. Ancak atık veya artıkların toprağa, suya ve havaya verilmesi fiilinin suç oluşturması için eylemin ilgili kanunlarda belirlenen teknik usullere aykırı olması ve çevreye zarar verecek şekilde gerçekleşmesi gerekir. Bu nedenle burada bağlı hareketli suç (yasada öngörülen eylemin ancak yasanın düzenlediği davranışlarla işlenebildiği suç) söz konusudur. Eylemin tanımında ortaya çıkması gerekli bir neticeye yer verilmemiş olması nedeniyle ayrıca burada tehlike suçu söz konusudur. 

iii) Fail: TCK’nın 181 ve 182. maddelerinde tarif edilen çevrenin atık ve artıklarla kirletilmesi suçlarında fail bakımından belli bir sıfat veya nitelik aramamaktadır. Bu suçların faili herkes olabilir. 

iv) Mağdur: TCK’nın 181 ve 182. maddelerinde düzenlenmiş olan çevrenin kasten veya taksirle kirletilmesi suçlarının mağduru herkes olabilir. Esasen bu suçlar sonucu çevrede meydana gelen kirlenmeden tüm canlılar ve insanlar olumsuz etkilendiğinden toplumu oluşturan herkes, geniş anlamda mağdur edilmektedir

b) Suçun manevi unsuru: Suçun manevi unsuru ise kasttır. TCK md. 21’de kast, suçun kanunî tanımındaki unsurların bilerek ve istenerek gerçekleştirilmesi şeklinde tanımlanmıştır. Buna göre fail, atık ve artıkları alıcı ortamlar olan toprak, su veya havaya verme fiilini bilerek ve isteyerek icra etmeli, ayrıca fiilinin bu konuyla ilgili kanunlarda belirlenen teknik usullere aykırı olduğunu ve çevreye zarar verecek nitelikte olduğunu bilmelidir. Bu suç doğrudan kastla işlenebileceği gibi olası kastla da işlenebilir. Olası kast, kişinin suçun kanuni tanımındaki unsurların gerçekleşebileceğini öngörmesine rağmen, fiili işlemesi halidir.

Suçun takibi şikayete bağlı değildir. Dava zamanaşımı ise TCK md. 66 uyarınca 8 yıldır. 

c) Suçun nitelikli unsurları: 181. maddenin 1. fıkrasında belirlenen suçun cezayı ağırlaştırıcı nitelikli unsuru maddenin 3. fıkrasında yer almaktadır. Buna göre, atık ve artıkların toprakta, suda veya havada kalıcı özellik göstermesi halinde 1 ve 2. fıkrada öngörülen cezalar iki kat artırılır. 181. maddenin 4. fıkrasında ise, 1 ve 2. fıkralarda öngörülen fiillerin, insan veya hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek niteliklere sahip olan atık veya artıklarla ilgili olarak işlenmesi halinde beş yıldan az olmamak üzere hapis cezasına ve bin güne kadar adlî para cezasına hüküm olunacağı ifade edilmiştir. 181. maddenin 3 ve 4. fıkralarında öngörülen nitelikli unsurların uygulanması için ilgili atık veya artıkların bu maddelerde öngörülen neticeleri doğurmaya elverişli olması yeterlidir. Yani, bu tür bir netice ortaya çıkmamış olsa dahi atık veya artığın bu tür bir neticeyi doğurmaya elverişli olması cezanın artırılması için kâfidir. 

3. Atık veya Artıkların İzinsiz Olarak Ülkeye Sokulma Suçu

TCK’nin 181. maddesinin 2. fıkrasına göre, atık veya artıkları izinsiz olarak ülkeye sokan kişi bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Çevre Kanunu’nun 13. maddesinde Tehlikeli Kimyasallar Ve Atıklar başlığı altında bu hükmün uygulama alanı ile yakından alakalı oldukça ayrıntılı bir düzenlemeye yer verilmiştir. 13. maddede, Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın bazı yakıtların, maddelerin, atıkların, tehlikeli kimyasallar ile bu kimyasalları içeren eşyaların ithalini, Bakanlığın görüşünü alarak yasaklayabileceği veya kontrole tâbi tutabileceği belirtilerek, tehlikeli atıkların ithalatının yasak olduğu ifade edilmiştir.

a) Suçun maddi unsuru: 181. maddenin 2. fıkrasında, suçun konusunu oluşturan atık veya artıkların niteliği belirtilmemiştir. Buradan hareketle, 181. maddenin 2. fıkrasının tüm atık ve artıklar üzerinde uygulama olanağına sahip olduğunun kabulü gerekir. Bununla birlikte, yalnızca tehlikeli atıkların uluslararası mevzuata göre izin ve bildirim sistemine tabi olduğunun ve Çevre Kanunu’nun da net ve açık bir biçimde yalnızca tehlikeli atıkların ithalatını yasakladığının göz önünde bulundurulmasında fayda vardır. 

Fiil, atık veya artıkların izinsiz olarak yurda sokulmasıdır. Suçun tamamlanması için bu bağlamda atık veya artıkların izinsiz olarak yurda sokulması yeterli olup, ayrıca bir zararın doğmuş olması şart değildir. TCK m. 181 f. 2 ile atık ve artıkların izinsiz olarak ülkeye sokulması fiili bir soyut tehlike suçu olarak tanımlanmaktadır. Buna göre atık ve artıkların izinsiz olarak ülkeye sokulması ile çevre açısından tehlike gerçekleşmiş kabul edilmekte ve suç oluşmaktadır. Ülke deyiminden ise, devletin kara, hava ve deniz ülkesinin bütünü anlaşılmalıdır. 

181. maddenin 2. fıkrasında ilgili mevzuat hükümlerine göre ülkeye izinsiz veya hukuka aykırı atık veya artık sokulması söz konusu olduğundan, ilgili mevzuata uygun veya izin alınarak ülkeye atık sokulması halinde bu hüküm uygulama olanağı bulamayacaktır.

c) Suçun manevi unsuru: Suçun manevi unsuru kasttır. TCK m. 181 f. 2’de düzenlenen atık ve atıkların izinsiz olarak ülkeye sokulması suçu da, doğrudan veya olası kastla işlenebilir.

4. Tüzel Kişiler Hakkında Güvenlik Tedbirleri 

181. maddenin son fıkrasında ise, 2, 3 ve 4. fıkralarda tanımlanan suçlardan dolayı tüzel kişiler hakkında bunlara özgü güvenlik tedbirlerine hükmedileceği kabul edilmiştir. Tüzel kişiler hakkındaki güvenlik tedbirleri TCK’nın 60. maddesinde düzenlenmiştir. TCK’nın 60. maddesinin metni şu şekildedir: 

“(1) Bir kamu kurumunun verdiği izne dayalı olarak faaliyette bulunan özel hukuk tüzel kişisinin organ veya temsilcilerinin iştirakiyle ve bu iznin verdiği yetkinin kötüye kullanılması suretiyle tüzel kişi yararına işlenen kasıtlı suçlardan mahkûmiyet hâlinde, iznin iptaline karar verilir. (2) Müsadere hükümleri, yararına işlenen suçlarda özel hukuk tüzel kişileri hakkında da uygulanır. (3) Yukarıdaki fıkralar hükümlerinin uygulanmasının işlenen fiile nazaran daha ağır sonuçlar ortaya çıkarabileceği durumlarda, hâkim bu tedbirlere hükmetmeyebilir. (4) Bu madde hükümleri kanunun ayrıca belirttiği hâllerde uygulanır.”

Daha önce belirtmiş olduğumuz gibi çevre suçlarının büyük bir kısmı tüzel kişiler tarafından işlenmektedir. Dünyada ve Avrupa düzeyinde geçerli olan genel eğilim de tüzel kişilerin ceza sorumluluğunun kabulü yönündedir. Öte yandan, tüzel kişilerce işlenen suç dolayısıyla cezalara hükmedilmesi Anayasa’nın 38. maddesinde yer alan ceza sorumluluğunun şahsiliği ilkesine aykırı bir durum ortaya çıkaracaktır. Bu durumu göz önünde bulunduran yasa koyucu TCK’de tüzel kişiler hakkında güvenlik tedbiri niteliğinde yaptırımlara hükmedileceğini belirtmiştir. 60. maddede öngörülen ilk güvenlik tedbiri faaliyet izninin iptalidir. Bunun için bir iznin verilmiş olması şarttır. Bu izin, bir özel hukuk tüzel kişisine belirli bir faaliyette bulunabilmesine yönelik olarak verilmiş olmalıdır. İkinci koşul ise, bu iznin sağladığı yetkinin kötüye kullanılması suretiyle tüzel kişi yararına kasıtlı bir suçun işlenmesidir. Özel hukuk tüzel kişileri için öngörülen diğer bir güvenlik tedbiri ise müsaderedir. Müsadere TCK 54 ve 55. maddelerinde eşya müsaderesi ve kazanç müsaderesi başlıkları altında ele alınmıştır. Tüzel kişilere ilişkin olarak müsadere hükümlerine başvurulabilmesi için, TCK md. 55 veya 54’de belirtilen şartların gerçekleşmesi haricinde suçun tüzel kişi yararına işlenmiş olması gerekmektedir. 

D. Çevrenin Taksirle Kirletilmesi Suçu

Çevrenin taksirle kirletilmesi suçunun düzenlendiği TCK’nin 182. maddesinde iki fıkra altında şu hükme yer verilmiştir: 

“1) Çevreye zarar verecek şekilde, atık veya artıkların toprağa, suya veya havaya verilmesine taksirle neden olan kişi, adlî para cezası ile cezalandırılır. Bu atık veya artıkların, toprakta, suda veya havada kalıcı etki bırakması hâlinde, iki aydan bir yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. (2) İnsan veya hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların veya bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek niteliklere sahip olan atık veya artıkların toprağa, suya veya havaya taksirle verilmesine neden olan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” 

182. maddenin metninden de anlaşılacağı üzere, 1. fıkranın 1. cümlesinde çevrenin taksirle kirletilmesi suçu düzenlenmiş iken, 1. fıkranın 2. cümlesi ve 2. fıkrada suçun nitelikli haline yer verilmiştir.

Bunun haricinde, taksirli sorumluluğun kapsam ve unsurlarını belirleyen TCK md. 22’de ise şu düzenlemeye yer verilmiştir:

“(1) Taksirle işlenen fiiller, kanunun açıkça belirttiği hâllerde cezalandırılır. (2) Taksir, dikkat ve özen yükümlülüğüne aykırılık dolayısıyla, bir davranışın suçun kanunî tanımında belirtilen neticesi öngörülmeyerek gerçekleştirilmesidir. (3) Kişinin öngördüğü neticeyi istememesine karşın, neticenin meydana gelmesi hâlinde bilinçli taksir vardır; bu hâlde taksirli suça ilişkin ceza üçte birden yarısına kadar artırılır. (4) Taksirle işlenen suçtan dolayı verilecek olan ceza failin kusuruna göre belirlenir. (5) Birden fazla kişinin taksirle işlediği suçlarda, herkes kendi kusurundan dolayı sorumlu olur. Her failin cezası kusuruna göre ayrı ayrı belirlenir. (6) Taksirli hareket sonucu neden olunan netice, münhasıran failin kişisel ve ailevî durumu bakımından, artık bir cezanın hükmedilmesini gereksiz kılacak derecede mağdur olmasına yol açmışsa ceza verilmez; bilinçli taksir hâlinde verilecek ceza yarıdan altıda bire kadar indirilebilir.”

Çevrenin taksirle kirletilmesi suçunun maddi unsuru, çevreye zarar verecek şekilde atık veya artıkların suya, havaya veya toprağa verilmesi ile gerçekleşmekte olup ayrıca bir zararın çıkmasına gerek yoktur. Bununla birlikte, esasen muğlak bir niteliğe sahip olan çevreye zarar verme kavramının tanımına çevre hukuku düzenlemelerinde rastlamanın mümkün olmadığını ifade etmek gerekir. Bu bağlamda, Çevre kanunu’nun 12. maddesinde çevrede meydana gelen ve canlıların sağlığını, çevresel değerleri ve ekolojik dengeyi bozabilecek her türlü olumsuz etki olarak tanımlanan çevre kirliliği kavramının kullanılmasının daha pratik olacağı ifade edilmiştir. 

Suçun manevi unsuru ise taksirdir. Taksirden ne anlaşılması konusunda 22. maddede yer alan ifadeye başvurmak gerekir. 

Çevrenin taksirle kirletilmesi suçunun nitelikli hali ise, 182. maddenin 1. fıkrasının 2. cümlesinde ve 2. fıkrada düzenlenmiştir. Buna göre, 1. fıkranın 2. cümlesinde dile getirilen nitelikli halin söz konusu olması halinde iki aydan bir yıla kadar hapis cezasına, 2. fıkrada belirtilen nitelikli halin uygulama alanı bulması durumunda ise bir yıldan beş yıla kadar hapis cezasın